Az bilinen dünya sinemaları -2 İRAN SİNEMASI

İslam devriminin sinemayı denetim altına alan yasaklamalarına rağmen, 1990’lı yılların başından başlayarak İran sinemasının önemli uluslararası sinema festivallerinde ödüller alması, batılı eleştirmenleri belki de onaylamadıkları bir sistemin ürünü olduğu için, fazlasıyla şaşırtmıştı.

Şalom
17 Şubat 2012 Cuma

 

Bu başarıyı şaşkınlıkla karşılayanlar, sanırım İran’ın mirasçısı olduğu Pers İmparatorluğu’nun 2500 yılı aşkın geçmişini, tek tanrılı (Ahuramazda) öğretisini, Hıristiyanlıktan en az 500 yıl önce yayılmış olan Zerdüşt’e kadar uzanan köklü felsefeyi unutuyorlar.

İslam devriminin sinemayı denetim altına alan yasaklamalarına rağmen, 1990’lı yılların başından başlayarak İran sinemasının önemli uluslararası sinema festivallerinde ödüller alması, batılı eleştirmenleri belki de onaylamadıkları bir sistemin ürünü olduğu için, fazlasıyla şaşırtmıştı. Bu başarıyı şaşkınlıkla karşılayanlar, sanırım İran’ın mirasçısı olduğu Pers İmparatorluğu’nun 2500 yılı aşkın geçmişini, tek tanrılı (Ahuramazda) öğretisini, Hıristiyanlıktan en az 500 yıl önce yayılmış olan Zerdüşt’e kadar uzanan köklü felsefeyi unutuyorlar.

İran’da filme alınan ilk görüntüler, Kaçar şahı Muzafferuddin Şah’ın emriyle 1900 yılında film kamerasını İran’a getiren Mirza İbrahim Han Akkasbaşi’nin şah ve saray halkını eğlendirmek için çektikleridir. Tahran’da ilk sinema salonu 1904’de açılmış, ancak siyasi ve toplumsal çalkantıların da etkisiyle sinemanın 1930’lara kadar gelişimi, son derece yavaş olmuştur.

1925’de Moskova Film Akademisi’nde eğitim görmüş olan genç bir İran’lı, Ovanes Ohanyan, ülkesine kesin dönüş yaparak bir sinema okulu açmaya karar verir. İran halkı sinemanın bir sanat dalına ve bir mesleğe dönüşeceğine inanmadığından, Parvareşghahe Artistiye Cinema adlı ve sadece iki eğitmeni olan okula ilk yılında 16 öğrenci kaydolur.

Ohanyan’ın yönettiği sessiz Abi ve Rabi (1930)İran’ın ilk konulu uzun filmi, Abdülhüseyin Sepanta’nın 1933’de çektiği Lor Kızı ilk sesli filmidir. Tahran’da, çoğunlukla aktüalite filmlerinin gösterildiği, topu topu 15 sinema salonu vardır. Sinemacılar yerli üretim yerine yabancı filmleri Farsça dublajlı olarak göstermeyi yeğlemektedir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında yansız kalacağını ilân eden İran, müttefiklerin ülkedeki Alman teknikerlerin sınır dışı edilmesi isteğini yerine getiremeyince, 1940’da SSCB, İngiliz ve ABD birliklerince işgal edilir. Savaş sonrası sinema salonlarının Amerikan filmlerinin egemenliği altına girmesinin de etkisi ile 1937-1947 arasında İran’da tek bir film bile çekilmez, ancak başta Amerika’dan olmak üzere ithal film akışı artarak devam eder.

Almanya’da sinema eğitimi almış olan İsmail Kuşan, 1947’de İran’a döndüğünde Tahran’da İran’ın ilk gerçek film şirketi Mitra Film’i kurar, ithal film furyasına direnerek yerli film üretimine yönelir ve parasal sorunlar yüzünden çok kısa ömürlü olan ilk şirketinden hemen sonra kurduğu Pars Film Stüdyo’da film çekimine devam eder.

1948’den 1970’lerin başına kadar uzanan dönem, konuları çoğunlukla batı sinemasının iş yapan filmlerinden uyarlanan komedilerin ve şarkılı/rakslı melodramların dönemidir. Ancak kimi genç yönetmenler toplumsal sorunlara değinen filmler çekmeyi dener, ilk kadın yönetmen Şahla’nın peşinden, genç yaşında bir trafik kazasında ölen kadın şair Faruk Ferruhzad,  Hane-i Siyahest/Kara Ev’de (1965) cüzzamlı bir hastanın ölümü bekleyişini anlatır.

Farah Diba’dan sinemaya destek

Şahın eşi Farah Diba Pahlavi’nin öncülüğünde 1972’den itibaren Uluslararası Tahran Film Festivali’nin düzenlenmesinin ardından ülke çapında film okullarında, film kulüplerinde ve kurmaca, belgesel, animasyon türü filmlerinde büyük bir artış gözlemlenirken, çok sayıda genç sinemacı da film çekmeye başlar. Mesud Kimyai’nin batılılaşma ile yerel kültür arasındaki çelişkilerine ve Amerikan yaşam biçiminin İran’daki olumsuz etkilerine başarılı bir biçimde değindiği Keyser (1969) ile Dariuş Mehrcui’nin(d.1939) aynı yıl çekilen Gav/İnek filmleri İran Yeni Dalgası’nı başlatırlar.

Şah dönemindenAhmedinecad dönemine

Amerika’da sinema öğrenimi gören DariusMehrjui’nin tek varlığı olan ineğini yitiren bir köylünün zihinsel bunalımını ve yitirdiği hayvanla özdeşleşmesini anlatan filmi Gav/İnek,Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülünü kazanır. Ancak ödül kazandıktan sonra İran’da gösterim izni alabilen İnek, İranlı sinemacıların Şah döneminde başlayıp devrim sonrasından günümüze kadar süregelen, rejimin sansürü ile bitmeyen savaşımının ilk örneğidir. Gösterilmesine çevrilmesinden ancak altı yıl sonra izin verilen Hanım(1992), 1999 yılında Berlin Film Festivali’nde Don Kişot Ödülü’nü kazanır.

Mehrjui, Behram Beyzai gibi, hem Şah dönemi,  hem İslam Devrimi sırasında film yapan, hem de Ahmedinejad döneminde çalışmaya devam etmekte olan az sayıda yönetmenden biridir.

İran’ın en ünlü iki şairinden birinin oğlu, diğerinin de torunu olan Behram Beyzai (d.1938) kısa filmler çektikten sonra yönettiği ilk kurmaca filmi Regbar/Sağnak’da(1971) çalıştığı ortamla iletişim kuramayan bir öğretmen portresi çizer. Simgesel anlatımını geliştirdiği, Japon ustalardan etkiler taşıyan Garibi ve Meh/Yabancı ve Sis’in (1974) ardından çektiği Kalaag/Karga’da (1977) küçük burjuvazinin bilinçaltına yönelir. Beyzai, belki anlatımının çok yönlü ve karmaşık oluşu, belki de önemli filmlerinin gösterime giremeyişi yüzünden (Şarike-i Tara/Tara’nın Raksı /1979 ve Marg-ı Yazgerd/ Yazgerd’in ölümü/1982, devrim sonrası İslami kanunlara aykırı oldukları gerekçesiyle 30 yıldır yasaklı) batı dünyasınca sadece Shayad Vaghti digar/Belki Başka Zaman 1988), Başu, garibeye kuçak/Küçük Gariban Başu (1990)ve Mosaferan/Misafirler (1992) filmleriyle göreceli olarak az tanınır.

Farabi Kurumu

Bir yandan solcu, bir yandan sağcı muhalefetin yıprattığı Şah RızaPehlevi ülkeyi terk etmek zorunda kalınca, sürgünde yaşadığı Paris’ten İran’a dönen İmam Humeyni’nin önderliğinde 1978’de İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ülkede sinemanın bir kez daha uzunca bir süre duraklamasına yol açar. İslamcı mollaların çok sayıda sinemayı, Batı’nın emperyalist simgeleri oldukları ve halkın ahlakını bozdukları gerekçesiyle yakıp yıkması üzerine, İslami ve anti-emperyalist bir sinema anlayışının öncülüğünü şahsen İmam Humeyni üstlenir.

Bir yandan yeni milli kültür varlığını teşvik edecek genç sinemacılara az görülmüş hibeler verilirken, bir yandan da 1983’te kurulan ‘Farabi Kurumu’ sinemayı denetime alır. Kadın oyuncuların filmde görülmesi başlangıçta yasaklanır; 1987’de, giysilerinin bedenin hatlarını gizlemesi, başlarının uyurken bile örtülü olması ve erkek oyuncu ile kadın oyuncu gerçek yaşamlarında evli değillerse ellerinin bile birbirine değmemesi şartıyla serbest bırakılır. Cinselliğin yanı sıra, şiddete yer verilmesi de yasaklanır. Bir filmin gösterime girebilmesi için beş aşamalı bir sansürden geçmesi gerekir.

Kurum hem Amerikan filmlerinin, hem de ticari nitelikli yabancı filmlerin satın alımını yasaklar. Ancak Kursowa, Tarkovski, Bresson, TavianiKardeşler gibi yaratıcı yönetmenlerin filmleri yasak listesine girmez. Böylece hem teşvik hem de sansürün, üstelik çoğu zaman aynı kurum tarafından uygulandığı, Kafka tarzı bir git-gel başlar.

İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra başlayan toparlanma ve uluslararası festivallerde boy gösterme döneminde İran sinemasında özellikle iki karşıt figür belirleyici olacaktır.

Mohsen Makmalbaf’ın aile okulu

“Şah Gerillası karşıtı” oluşumun üyesi Mohsen Makmalbaf (d.1952)sinemayı öncelikle bir propaganda aracı olarak keşfeder. Baykot/Boykot (1985), Bisikleran/Bisikletçi (1987) ve Arusi-ye Huban/SeçilmişlerinDüğünü (1989) gibi erken dönem işlerinin vahşi, kızgın ve takıntılı anlatımı kısa sürede daha serinkanlı hale gelir ve sinemaya bir saygı ve sevgi duruşu olan ünlü üçlemesini çeker: Nassereddin Şah, Actor-e Cinema/Bir Zamanlar Sinema(1992), Honarpişeh/Aktör (1993) ve Salaam Cinema (1995).

Bireyin toplumsal ve siyasi sorunlar karşısındaki tepkilerini öne alan gerçekçi döneminde rejimin eleştirisini yapan Makmalbaf  bir yandan halk kahramanı payesine yükseltilirken bir yandan da sansürlenen bir muhalif haline gelir.

1996’da Gabbeh ve Nun va Goldoon filmlerinin çekiminin peşinden özgün metotlarla eğitim vereceği bir sinema okulu açmaya karar verir. Yetkili makamlardan izin alamayınca, 8 öğrencisinden biri arkadaşı, biri eşi, üçü de çocukları olan okulu kendi evinde açar. 1996’dan 2004’e kadar devam eden eğitim sürecinin bilançosu olağanüstüdür: Baba Makmalbaf, eğitmenliğinin yanısıra, Sukut (1998) ve başyapıtı Safar e Gandahar/ Kandahar’ı (2001) çeker. Eşi Marzieh Meşkini Makmalbaf (d.1969), yönetmen yardımcılığından halen devam etmekte olan yazar ve yönetmenliğe, senaryosu kocasına ait olan bol ödüllü Ruzi ke san Şodam/Kadın Olduğum Gün (2000) ile geçer. Oğlu Meysam Makmalbaf (d.1981) kurgucu, yapımcı ve görüntü yönetmeni olarak başladığı sinemaya belgesel yönetmenliğini de katar. Büyük kızı Samira Makmalbaf (d.1980), senaryolarını babasıyla beraber oluşturduğu 4 filmle (Sib/ Elma/1998-Tahte Siyah/Karatahta/2000-Panj é Asr/Akşamüstü Saat 5’de /2003- Asbe-du pa/ İki Bacaklı At /2008) yaşayan en önemli 40 yönetmen arasına girer. Okuldan 16 yaşında mezun olan Hana Makhmalbaf (d.1988), 15 yaşında iken ablasının Panj é Asr filminin belgeselini çeker, Lezate Divanegi /2003, senaryosu annesine ait olan olağanüstü ilk filmi Buda as sharm foru rikht/ Utanç (2007) ile Berlin’de Kristal Ayı dâhil pek çok ödül alır. Makmalbaf, 2005’de, Ahmedinejad’ın seçilmesinden kısa bir süre sonra İran’ı terk eder ve halen yaşamakta olduğu ve film çekmeye devam ettiği Paris’e yerleşir.

Batı’nın ödüllendirdiği yönetmen:  Abbas Kiarostami

Güzel sanatlar öğreniminden sonra grafiker olarak çalışan, kısa filmlerinin peşinden çektiği ilk kurmaca filmi Mosafir/ Misafir’den (1974) başlayarak, çoğunlukla çocukların ve gençlerin yaşamına eğilen filmleriyle ünlenen Abbas Kiarostami (d.1940), batı ülkelerinde İslam devriminden sonra tanınmasına karşın, devrim öncesinde uzunlu kısalı 12 film çekmiştir. Devrim sonrası, meslektaşları batıya kaçarken İran’da kalan az sayıda yönetmenden biridir: “Bir ağaç kökleriyle sökülüp başka bir yere dikilirse, yaşamaya devam eder ama artık meyve veremez. Verse de o meyveler ağacın ilk yerindeyken verdikleri kadar lezzetli olmaz. Bu bir doğa kanunudur. Ülkemi terk etmiş olsaydım aynen o ağaç gibi olurdum”

Kiarostami, batılı sinema çevrelerinde ilk kez, Tahran’ın kuzeyindeki Manjil-Rudba bölgesinde 1991’de elli bin kişinin ölümüne yol açan depreme göndermeler yaptığı için «deprem üçlemesi” olarak adlandırılan filmleriyle tanınır.

Üçlemenin ilk filmi Hane-yi Dost Kocast? /Arkadaşmın Evi Nerede? (1987), sıra arkadaşının defterini yanlışlıkla aldığını fark eden sekiz yaşındaki Ahmet’in, büyüklerin telaşını ilgisizlikle karşılamalarına karşın, defteri vermek için bütün bir öğleden sonra arkadaşının evini aramasını konu edinir.

Zendegi ve Digar Hiç/Ve Yaşam Sürüyor (1990), bir baba-oğulun depremin ardından Arkadaşımın Evi Nerede’nin çocuk oyuncularını aramalarını izlerken depremin yol açtığı büyük yıkıma karşın, sağ kalanların yaşama sarılma coşkusunu anlatır.

Düş kurmanın yaşamın en önemli öğelerinden biri olarak öne çıktığı ve yaşama içgüdüsünün ölümden çok daha güçlü olduğunun vurgulandığı üçlemenin üçüncü halkası Zir-i Dirahtan-i Zeytun/Zeytinliklerin Altında(1994) filminde Ve Yaşam Sürüyor’un çekimleri sırasında geçen bir olay aktarılır.

Ülkenin geleneksel seyirliği Taziye’nin de benzer öğelere yer verdiğini düşünen yönetmen, zaman zaman perdede çekim ekibinden kişileri de göstererek Brecht’in yabancılaştırma kavramına gönderme yapar.

Nemay-i Nazdik/Yakın Plan (1990) ünlü yönetmen Muhsin Makmalbaf olduğunu iddia ederek, çekmek istediği film için para sızdıran gerçek bir dolandırıcının, Makmalbaf’la görüşmesini ve duruşmasını Cinema Vérité anlayışı ile, belgesel ve yeniden canlandırmayı kaynaştırarak anlatır.

Cannes Film Festivali’nde İran sinemasına ilk kez Altın Palmiye kazandıran yalın ve hüzünlü Taam-ı Guilass/ Kirazın Tadı (1997) intihar etmeye karar veren ve kendisine yardım edecek birini arayan orta yaşlı, varlıklı bir erkeğin öyküsünü anlatır. Bütün gece yardımcı aradıktan sonra aradığını bulur. Ama kendisine yardım sözü veren adamın “kirazın tadını özlemeyecek misin?” sorusu, yaşamın anlamı üzerinde tekrar düşünmesini sağlar.

Kiarostami, batılıların “deprem üçlemesi” yorumuna katılmadığını, olsa olsa, yaşamın değerini konu edindikleri için, son iki filmin Kirazın Tadı ile bir üçleme oluşturabileceğini söylemiştir.?Batı dünyasında en ünlü İranlı yönetmen olan Kiarostami, filmlerinin çoğunun İran’da gösterimine izin verilmeyişi ile kendi ülkesinde az tanınır. “Yetkililer benim filmlerimi hiç anlamıyorlar. Ama biri anlar ve filmlerimde kendilerini eleştiren bir taraf bulur korkusuyla yasaklıyorlar.”

1999’da Kiarostami, Uluslararası Venedik Film Festivali’nde Bad ma ra kahad bord / Rüzgâr Bizi Götürecek’leJüri Büyük Ödülü’nü alır. Film, yönetmenin simgesi haline gelmiş olan toprak rengi uzun planlarla görüntülenen ücra bir Kürt köyünde bir süre kalmak zorunda kalan bir şehirlinin gözünden kentsel ve kırsal karşıtlıklara odaklanır. Çok çabuk yürüyen, çok fazla soru soran, Tahran’la görüşebilmek için cep telefonunun çektiği tepeye Jeep’le defalarca gidip gelen adam, giderek bu zamanda kaybolmuş dünyanın insanlarının yalın ve yapmacıksız değer yargılarına ve köyün dingin yaşamına saygı duymayı öğrenecektir.

Her filminde yeni sinemasal deneyler peşinde koşan Kiarostami, On (2002)’da, Tahran sokaklarında bir kadının arabasına aldığı, aralarında huysuz oğlu, kız kardeşi, otostop yapan bir fahişe ve kocasının terk ettiği bir gelin de olan on ayrı kişi ile sohbetleri aracılığıyla İran’ın sosyo-politik bir panoramasını çizer. Otomobile monte edilmiş bir kamerayla çekilen bu filmin ardından yönetmen, objektifini İran’ın kadın oyuncularına çevirir. Tamamı Hüsrev ile Şirin filmini izleyen kadınların yakın plan çekimlerinden oluşan Şirin (2008), ülkesinin 100 kadın oyuncusuna da bir saygı duruşudur.

Kiarostami, 2010 Cannes Film Festivali’nde Juliette Binoche’a En İyi Kadın Oyuncu, Valladolid Uluslararası Film Festivali’nde yönetmenine En İyi Film ödülleri getirmiş olan son filmi  Roonevesht barabar asl ast /Aslı Gibidir’de “kopyanın aslından daha iyi olabileceği” teması üzerine çeşitlemeleri, oyuncularının yakın planlarına odaklanan, ancak olayın geçtiği Toskana’nın olağanüstü güzelliklerini de göz ardı etmeyen bir yorumla ele alır.

Kiarostami, hiçbir zaman Makmalbaf gibi okul açıp sinema eğitimi vermeye yönelmemişse de, dingin anlatımı, uzun planları, kurmaca ile belgesel arasındaki ince çizgide gezinen öyküleri ve öykülerinin en ciddi bölümlerinde bile izleyiciye göz kırpan gizli mizahı ile İran Sinemasında bir “Abbas Kiarostami Ekolü” oluşturmuştur. Genç kuşağın önemli yönetmenlerinden Cafer Panahi ve Bahman Ghobadi, sinemaya ustanın asistanlığını yaparak başlamışlardır. Bir başka asistanı, yönetmen, görüntü yönetmeni ve yapımcıoğlu Bahman Kiarostami, ilk belgeselini 1993’de 15 yaşındayken çekmiştir.

Ülkesinde hapsedilen yönetmen Jafar Panahi

Jafar Panahi (d.1960) senaryosunu Kiarostami’nin yazdığı ilk kurmaca filmi Badkonak-i Sefid/Beyaz Balon’ la (1995) Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülünü kazanır. Küçük bir kızın, yılbaşı tatili için dükkânların kapanmasına az bir süre kala, bir kırmızı balık alabilmek için Tahran çarşısında yaşadıklarını aktaran Beyaz Balon’dan sonra, bir başka küçük kızın, annesi onu okulundan almaya gelmeyince kendi başına evine dönmeye çalışmasının öyküsü Ayneh/Ayna (1997) gelir. Filmin başrolünde tüm kargaşası, gürültüsü ve trafik keşmekeşi Tahran’ın olduğu Ayna’yı, Venedik’te Altın Aslan alan, İslamcı yönetimin kadına bakışının eleştirildiği Dayereh/Daire (2000) izler. Tahran sokaklarında geçen ve bir pizza dağıtımcısının sosyal adaletsizlikler, yolsuzluklar ve çürümüşlüğün etkisiyle suç işlemeye yöneldiği Talaye Sorgh/Kızıl Altın (2003), Cannes’da Un Certain Regard jüri ödülünü alır ama fazla “karanlık” bulunduğu için İran’da yasaklanır.

2006 Dünya Kupası’nda İran-Bahreyn karşılaşmasını izlemek için, kadınların stadyumlara girme yasağını erkek çocuk gibi giyinerek delmeye çalışan kızların, aynı yöntemle maça gitmeye çalışmış olan Panahi’nin kendikızının da yaşamış olduğu acı-tatlı olayları anlattığı kara komedisi Offside (2006), Berlin’de kazandığı Jüri Büyük Ödülü’ne karşın ülkesinde gösterim izni alamaz.

Panahi, 2010’da “ulusal güvenliğe karşı suç işlediği ve İslam Cumhuriyeti karşıtı propaganda yaptığı” için 6 yıl hapse mahkûm edilir, film yapması ve çekmesi, senaryo yazması, İranlı veya uluslararası medya ile söyleşi yapması ve yurt dışına çıkması 20 yıl boyunca yasaklanır.

Ülkesinde yasaklı yönetmen Bahman Ghobadi

Bahman Ghobadi (d.1968), Kürtlerin çoğunlukta olduğu, Irak sınırına yakın bir bölgede yaşayan beş küçük kardeşin, dondurucu soğuğa karşı koyabilmeleri için katırlarının suyuna içki katarak hastalıklı kardeşlerini kente götürme çabalarını anlattığı ilk kurmaca filmi Zamani Beraye Mesti Esbha /Sarhoş Atlar Zamanı (2000) ile Cannes’da Eleştirmenler ve Altın Kamera ödüllerini alır.

Gomgashtei dar Aragh/Irak’ta Terkedilmiş’ filminde (2002) Körfez Savaşı’nın hemen sonrasında, iki yetişkin oğlu ileİran yönetimi sahneye çıkmasını yasakladığı için Irak’a geçen şarkıcı eşini arayan Mirza’nın yolculuğu anlatılır.

 Lakposhtha parvaz mikonand/ Kaplumbağalar da Uçar (2004), Amerikan istilası öncesinde, Türk-Irak sınırındaki bir mülteci kampında, her an sakat kalmak veya parçalanmak tehlikesiyle, yakınlardaki silâh tüccarlarına satabilmek için kara mayınlarını zararsız hale getirerek yaşam savaşı veren çocukların öyküsüdür.

İran’da yaşayan yaşlı efsanevi Kürt şarkıcı Momo’nun, son konserini Irak’ta vermek için çıktığı yolculuğu anlattığı Niwemang/Yarım Ay’dan (2006) sonra Ghobadi, İran’daki İndie-Rock gurupları üzerine, yasaklı oldukları için el kamerası ile gizlice 17 günde çektiği yarı belgesel dramayı çeker: Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh/Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok (2009).

İran’da çalışmasına izin verilmeyen Ghobadi, Türkiye’de çektiği ve Monica Bellucci, BerenSaat ve Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı Rhino’s Season’un post-prodüksyonunu yapıyor.

Mahpus yönetmen Mohammad Rasulof

Aralık 2010’da Panahi gibi 6 yıl hapse mahkûm edilen Mohammad Rasulof (d.1973), gerçek mahkûmların kendilerini oynadığı yarı belgesel Gaguman/Alacakaranlık’dan (2002) sonra, ikinci filmi Jazireh Ahani/Demir Ada’da (2005), İran’ın dört bir yanından gelen ve Basra Körfezi’nde terk edilmiş eski bir gemiyi işgal eden kalabalık bir topluluğun yaşamını anlatır.

Arap dünyasının alegorisi olarak algılanan bu filmin ardından çekilen Baad-e-dabur (2008)belgeseli, medya ve internet yasaklarına rağmen İran halkının dış dünyaya ulaşma çabalarını inceler.

Simgesel anlatımın öne çıktığı Keştzar haye sepid / Beyaz Çayırlar (2009), Urmia tuz gölünün ıssız adalarında, ortaçağ koşullarında yaşayan topluluklarda insanların dertlerini dinleyip “gözyaşlarını” toplayarak acılarını da alıp götüren Rahman’ın öyküsüdür. Şartlı tahliye edildiğinde çektiği Be omid e didar/Good Bye’ da (2011) Rasulof, ülkeyi terk etmek için vize peşinde koşan bir kadın avukatın, kendininki ile paralellikler taşıyan öyküsünü anlatır.

İran yönetimi ile sorun yaşamayan bir yönetmen

Gençlerin ve çocukların dünyasına yönelen, Reng-e Hoda/Cennetin Rengi (1999), Başeha-Ye Aseman/ Cennetin Çucukları(1997) ve  Baran (2001) gibi bol ödüllü filmlerin inançlı yazar-yönetmeni Majid Majidi (d.1959), İran yönetimi ile sorun yaşamamış az sayıda sinemacıdan biridir.

Altın Ayı sahibi Ashgar Farhadi

Ashgar Farhadi (d.1972), ilk filmi Raks dar ghobar/Tozda Dans’da (2003) severek evlendiği eşinden annesi fahişe olduğu için, ailevi ve toplumsal sebepler yüzünden boşanmak zorunda kalan bir adamın yaşam savaşını anlatır. Şah-re ziba/Güzel Kent’ nin (2004) konusu, on altı yaşındayken kız arkadaşını öldürdüğü için idama mahkûm edilen, artık on sekizine geldiği için infazı yaklaşan bir gencin kız kardeşi ve arkadaşının, genç adamı, ailenin affetmesi, kan parası, gibi şeriata uygun kurtarma çabalarıdır.

Şaharşanbe-suri/Çarşamba Havaifişekleri (2006), sorunlu bir evliliğin ve evlilik dışı bir ilişkinin olduğu kadar, erkeklerin ve kadınların dünyasını inceler. Farhadi’nin üçüncü filmi Darbareye Elly/ Elly Hakkında (2009), ailenin özüne inerek bir yabancının varlığı ya da yokluğuyla, aile içi, kadın-erkek ilişkilerinin düzenlenmesinde ve giderek İran toplumunun işleyişinde neler ortaya çıkabileceğini araştırır.

2011’de yalnız İran’da değil, belki de bütün dünyada yapılmış en iyi filmlerden biri olan Jodaeiye Nader az Simin/Nadir ve Simin: Bir Ayrılık (2011) Berlin’de Farhadi’ye Altı Ayı ve kadınlı erkekli, bütün oyuncularına en iyi oyuncu ödüllerini kazandırmıştır.

Erdoğan Mitrani

Bu Yazı Şalom-DERGİ Ocak 2012 sayısından alındı