Bakmak ve görmek

Lise yıllarımda, Türkçe kitabında okuduğum bir parçanın başlığıydı “Bakmak ve Görmek”. Aklımda yer etmiş, hafızama yerleşmiş bir tümcedir “bakmak ve görmek”.

Gençlik - Eğitim
1 Şubat 2012 Çarşamba

Metni okuduğumda, ilk kez o güne kadar bu iki kavram arasındaki farkı gerçek anlamda hiç düşünmediğimi anlamıştım. Bu anlamda hayatımın pek çok alanında, baktığımı ama görmediğimi fark etmiştim. Bakmak günlük hayatımız içinde sıradanlaşmış pek çok eylemi içeren bir durum iken görmek ise belli bir bilinç halini, düşünmeyi yani farkındalığı içermekteydi. 

Çocukluğumdan beri yaşadığım İstanbul’da bu söz çoğu zaman aklıma gelir. Dev bir metropol olan bu şehirde milyonlarca insan her gün inanılmaz bir şekilde, adeta oradan oraya akıp gidiyor: işlerine, okullarına ve evlerine. Tüm bu olup bitenler arasında insanlar, bu şehri, ne kadar görerek, ne kadar anlayarak ve ne kadar hissederek yaşıyorlar? Belki de bu müthiş tempo içinde bunu düşünmek neredeyse imkânsız. Yaşadığımız şehri tanıyor muyuz, değerini biliyor muyuz?

Acaba bilmediğimizden mi şehri hissetmiyor, kokusunu almıyor, tadına varmıyoruz ve en önemlisi özensizce davranıp onu koruyup kollamıyor, hor bir şekilde işgal ediyoruz? Şehir bilincine sahip olamıyor, var olan değerleri, ‘eskimiş’, ‘hurda’ diye nitelendirip yıkıp duruyoruz. Geçmişe dair izleri yok ediyoruz. Şehrin ruhunu bir türlü yakalayamıyoruz.

Oysa bu şehir binlerce yıla dayanan bir tarihe ve kültüre sahip. Dolaştığımız, adım attığımız her alanın, her taşın altında binlerce yıllık geçmiş var, öykü var, anı var. Bu şehirde yaşayan bizler, mekânı günlük ihtiyaçlarımızın hoyratlığı ile algılıyoruz. Şehrin çeşitlilik gösteren mekânlarının insanla-geçmişle bağını kurmuyoruz. Kurmayı deneyelim mi? Bu şehir çok uzak değil, daha 1900’lü yıllarda Türk, Ermeni, Rum ve Musevi kültürlerinin canlılığını içinde barındıran çok renkli bir mozaikti. Demografik açıdan homojen değil, aynılık üzerine değil, olanca farklı kültürleri ve kimlikleri taşıyan çoğulcu bir ruha sahipti. İstanbul’a baktığımızda bu şehir geçmişini, zengin kültürel yapısını, mimarisinden tutun insanlarını, yani farklı yaşamları ne kadar yansıtıyor? Ne yazık ki yanlış devlet politikaları, 6-7 Eylül olayları, Varlık vergisi gibi uygulamalar bu çoğulcu kültürel yapıyı kaybetmemize yol açmakla kalmadı, acı veren pek çok insani trajediyi de yaşattı bu şehre ve insanlarına. Biz geriye kalanlar için ise şehir; farklılığından arınmış, tekdüzeleştirilmiş, bir anlamda geçmiş ile bağı koparılmış, tarihi binaları ile sanki ayakta; ama insanları ile bomboş, bir ruhu olmayan mekânlara dönüşmüş durumda. Özellikle Tepebaşı’ndan, Tarlabaşı‘na, Taksim’e doğru yürürken, solumda uzanan yıkık dökük bakımsız, harap evleri gördüğümde bu duyguyu yoğun bir şekilde yaşarım. Geçmiş yaşamın, ruhların bu sokaklardaki geçip gitmiş varlığını hisseder ve hüzünlenirim.                  

Zaman zaman bir kaosa dönüşen günlük yaşamımızda hayatımıza anlam katmak gerek diye düşünüyorum. Bunun yollarından biri yaşadığımız şehri tanımaktan, şehri anlamaktan, değer ve önemini, geçmişle olan bağını her boyutuyla kurmaktan, kavramaktan geçiyor. Bu şehrin tarihi öylesine geriye gidiyor ki! Sözünü ettiğimiz geçmiş 300 bin yıl öncesine dayanıyor. Küçük Çekmece Gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlıyoruz.

Peki, biz bu tarihi şehre bakarken, şehrin geçmişini görebiliyor muyuz? Biraz bakalım, bakmakla kalmayalım biraz da bilerek görelim: 

İstanbul’un kuruluş öyküsünü ve Kadıköy adının nereden geldiğini biliyor muyuz? Yunanistan’dan gelen Megaralılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy’de “Khalkedon” adını verdikleri bir kent kurdular. M.Ö. 660’larda da Trak kökenli Megaralı Bizans, kendi kabilesi için bir şehir kurmak ister ve fikrini almak üzere Delf kâhinine başvurur. Aldığı cevap kısa ve kesindir: ‘’Bu şehri, Körler Ülkesinin karşısına kur!’’ Neresidir bu Körler Ülkesi diye fazla düşünmez Bizans. Aramaya karar verir. Aylar sonra Sarayburnu’nun bulunduğu yere gelir. Şimdiki Kadıköy’ün yerinde bulunan şehri seyreder ve kendi kendine sorar: ‘’Bu şehri neden benim bulunduğum güzel yerde kurmamışlar da karşıki çorak topraklar üzerine kurmuşlar? Bu adamlar kör mü?’’ Sonra birden, kâhinin sözlerini hatırlar: ‘’Şehrini, Körler Ülkesinin karşısında kur!’’ O an karar verir. Körler Ülkesinin karşısındadır. Kendisi şehri, bulunduğu yemyeşil yerde, yedi tepe üzerine kuracaktır. Şehir kısa zamanda Haliç’le Ligos Burnu üzerinde kurulur. Adı, kurucusuna mal ederek Bizans olur.

Gelelim 4. yüzyıla; İstanbul’u, Doğu Roma’nın başkenti olmak üzere yeniden inşa eden büyük Constantinus‘dur. Şehrin yeni kurucusu İmparator Constantinus Hıristiyanlığı kabul eden ilk imparatordur ve aynı zamanda Hristiyanlar için bir azizdir. Yine Hristiyan inanışına göre Hz. Meryem bu kutsal şehrin koruyucusudur, şehir onun adına kurulmuştur yani şehir Hz. Meryem’in şehridir.

Şehrin adından tarihi yarım adaya geçelim: Sultanahmet Meydanı’ndayız. Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi, kalbi olan alandayız. Halide Edip Adıvar’ın anıtının bulunduğu küçük parktayız. 1915 Mayıs ayında İzmir’in işgalinden sonra, işgali protesto etmek için 150-200.000 kişinin katıldığı büyük miting alanı ve konuşmasıyla kalabalığı coşturan Halide Edip. Onun adına dikili büstün önünden, Yerebatan Sarayı’na doğru ilerlerken solumuzda pek çok kez önünden geçip gittiğimiz, baktığımız ama görmediğimiz küçük bir anıttan söz etmek istiyorum. Ayasofya’nın karşısındaki köşede, su terazisinin yanında dikili mütevazı bir taş; Milion Taşı. Bu taş anıt Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentinde, dünyanın başladığı yer, dünyanın ‘sıfır noktası’ olarak kabul edilmiştir. Bu taşı her gördüğümde ne kadar köklü bir tarihin mirasçısı olduğumun bir kez daha farkına varırım.

Ve devam edelim Yerebatan Sarayı’na doğru. Bugün biz bu tarihi meydanda bulunan Yerebatan Sarnıcı’na her nedense Yerebatan Sarayı diyoruz. Bu tanımlamanın yanlış olduğunun altını çizelim. Yerebatan, kesinlikle bir saray değildir. Nedir peki bu mekân? Antik ve ortaçağda yapılmış bütün şehirler kuşatılma tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Kuşatma sırasında yaşanan en büyük sorunlardan biri su sorunu idi. İşte bu sorunu çözmek için imparatorlar büyük su sarnıçları yaptırırlardı. Altıncı yüzyılda Iustinanos, öncelikle sarayın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bu sarnıcı yaptırır. İstanbul’un fethinden sonra durum değişir. Osmanlılar durgun sudan hoşlanmazlar, hele de bunu içmeye hiç yanaşmazlar, kuşatma tehlikesi de yaşamadıkları için sarnıç, fetihten bir yüzyıl sonra unutulur gider. Buralarda evi bulunanlar bodrumlarından aşağıya kova sarkıtıp su çekiyor ve hatta balık avlıyorlardı. Sarnıç 1980’lerde restore edilerek yeniden ziyarete açıldı ve yanlış bir biçimde ‘saray’ olarak hafızalarda kaldı.

Türk siyasetinin ve toplumsal yaşamının önemli bir merkezi Taksim’e uzanıyoruz şimdi de: Söyleyip geçeriz Taksim’i, Taksim’in adını. Oysa sadece insanların toplandığı bir yer değildir orası. Taksim adı aslında şehir suyuyla ilgili bir terimdir. İstiklal Caddesi ile Taksim Meydanı’nın kavuştuğu yerde sivri külahlı, küçük bir taş bina vardır. Burası uzaktan getirilen suyun çeşitli semtlere ‘taksim edildiği’ yani dağıtıldığı yerdir. Taksim adını buradan alır. Taksim’in geçmişteki diğer adı Pera’dır. Yani ‘Öte Yaka’. Haliç’in Fener Balat tarafında yaşayanlar içinse Taksim, Pera’dır, yani Öte Yaka’dır.

Bu yazı umarım bakmak ve görmek ilişkisinden hareketle bu şehri yaşayan bizlerin belli bir bilinç ve farkındalık durumu ile şehrin tarihine yolculuk yapmamızı sağlar. Şehrin geçmişine yolculuk bu şehri gerçekten görmek isteyip, istememek ile ilişkili bir tutumu gerektiriyor. Bir tarih öğretmeni olarak belirtmeliyim ki tarih “insanın kendini anlama-anlamlandırma çabası içine girerek, geçmişe yönelmektir”. Bu şehre dair yüzlerce öykü ve anıyı keşfederek, insanı merkeze alan bir İstanbul’u yaşamak sanırım ancak sadece bakarak değil, bilinçli bir biçimde görerek mümkün olabilir. Anılara, geçmişin gölgelerine doğru yaptığımız bu kısa yolculuğu İstanbulluluk bilincine, kent bilincine sahip olmamız umuduyla Murathan Mungan’ a ait şu mısralarla sonlandırmak istiyorum:

(…)

Kıvrılırken bir kentin alanına / Tutunur geçmiş yıllarına / Tutunur anılarına / İnce uzun duvarlar / Kaç hayat yaşadınız söyleyin / Sesler yüzler sokaklar

Yankısı kalmadı seslerin odalarımızda / Sahipleri çoktan öldü fotoğrafların / Adımlarımızdan yoruldu yollar / Kaç hayat yaşadınız söyleyin / Sesler yüzler sokaklar

 Tanju Uçar

'UOMO' Sosyal Bilgiler Zümre Başkanı