Dağınık, sığ bir “kıyamet günü” filmi

Sodergbergh “Trafik”in aksine, “Salgın”da bol öykülü filmlerin başarısız bir örneğine imza atmış

Viktor APALAÇİ
2 Kasım 2011 Çarşamba

“Salgın” Uzakdoğu’dan çıkıp bütün dünyaya yapılan ölümcül bir virüsün sebep olduğu tahribatı anlatıyor. Soderbergh, yönetmenliğe uzun kârlı bir süre ara verip, sadece resim ile uğraşacağını açıkladı. Resim sanatının bu karardan karlı çıkıp çıkmayacağını bilemem. Ama bu film gibi, düşük randımanlı, ikna edici olmaktan uzak filmler yapmayı sürdürmesi halinde, sinemanın kaybının büyük olmayacağı açık. Dağınık senaryolu, bir türlü toparlanamayan, giderek yolunu kaybeden, sürükleyici olamayan, düş kırıklığı yaratan bir film izledik

Türler arasında dolaşarak, hep çağdaş sorunları ele alan konulara odaklanan sinemasıyla ünlenen Steven Soderbergh’i ilk kez 1989’da Cannes Film Festivali’nde gördüm.

26 yaşında, çiçeği burnunda bir yönetmen olarak yaptığı “Seks Yalanları / Sex Lies and Videotape” ile yaptığı şaşırtıcı çıkışta Altın Palmiye’ye ulaşıyordu.

Ardından Soderbergh “Erin Brockovich”, “Trafik” gibi başyapıtlara, “Kafka”, “İspiyoncu / The Informant”, “Che” gibi kaliteli filmlere imza attı.

Soderbergh’ın son filmi “Salgın / Contagion”, Uzakdoğu’dan çıkıp bütün dünyaya yapılan ölümcül bir virüsün sebep olduğu tahribatı anlatan bir “kıyamet günü” filmi.

Son derece hızla yayılan bir virüsün dünyayı kısa zamanda etki altına alması sinemasal bir konu. Fernando Meirelles, Jose Saramango’nun “Körlük” adlı nefis romanından yaptığı film, türün en başarılı örneği idi.

Dünyanın sorunun getiren kıyamet öyküleri, Terry Gilliam’ın “12 Maymun”unda, Danny Boyle’un “28 Gün Sonra”sında, Alfonso Cuaron’un “Son Umut”unda, Wolfgang Petersen’in “Tehdit”inde anlatılmıştı.

Bu yıl 48 yaşına basan Soderbergh, yönetmenliği uzun bir süre ara vereceğini, sadece resim ile uğraşacağını açıkladı. Resim sanatının bu kararından kârlı çıkıp çıkmayacağını bilemem. Ama Soderbergh’in “Salgın” gibi dağınık, sığ, düşük randımanlı, ikna edici olmaktan uzak filmler yapmayı sürdürmesi halinde, sinemanın kaybının büyük olmayacağı açık.

Latin Amerika kaynaklı uyuşturucu trafiğini, küçük öykücükler aracılığıyla, “Trafik”te anlatan Soderbergh dört Oscar’lık bir zafer kazanıyordu.

Soderbergh “En İyi Yönetmen” Oscar’ını, oyuncusu Benicio Del Toro “En İyi Yardımcı Aktör” Oscar’ını kazanıyordu.

Yönetmen aynı oyuncuyla, ırmak-filmi (2 bölümlük) “Che”de bir araya geliyordu.

Guillermo Arriaga’nın Innarritu için yazdığı, birbirlerine göbekten bağlı muhtelif öykülü senaryolar sinemada çok tuttu ve taklit edildi.

“Trafik” bu başarılı taklitlerden biriydi. “Salgın” ise bol öykülü senaryoların başarısız bir örneği.

SİSTEM ELEŞTİRİSİ VE SAHTEKAR GAZETECİ

Film, Hong Kong’dan ülkesine dönen Amerikalı bir iş kadınının (Gwyneth Paltrow) ve virüsü bulaştırdığı oğlunun ölümüyle başlıyor. Çılgına dönen kocası (Matt Damon), ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Başkanı (Laurence Fishburne), salgını önlemeye çalışırken virüs kapıp ölen bir doktor (Kate Winslet), virüsün çıkış noktasında araştırma yapan bir Dünya Sağlık Örgütü çalışanı (Marion Cotillard), virüse karşı aşı geliştiren birimin fedakâr mensuplarının çabaları, filmde küçük öykücüler aracığıyla anlatıyor.

Ancak Soderbergh elindeki dağınık senaryodan, bir türlü toparlanamayan, giderek yolunu kaybeden, sürükleyici olamayan, düş kırıklığı yaratan bir film yapmış. Birbirlerinden kopuk ve dağınık hikâyeler, bütün dünyayı etkileyen salgının ancak ABD’de olanlarla ilgileniyor. Kontrolden çıkan salgının diğer ülkelerde yarattığı tahribatın filmde izi yok.

Filmin sistem eleştirisi yaptığı sekanslarda, yetersiz miktarda üretilen aşının beceriksizce, dağıtıldığını,  bunun paniğe ve yağma olaylarına yol açtığını, felaketlerden dahi rant sağlamaya çalışan fırsatçıların çıktığına tanık oluyoruz.

Bu eleştirilerde öne çıkan karakter, halkı sağlık örgütlerine karşı kışkırtan, ağzı iyi laf yapan, sonraları sahtekar olduğu ortaya çıkan, Jude Law’ın canlandırdığı fırsatçı gazeteci oluyor. Steven Soderbergh, virüsün Hong Kong’da bir yarasa ve bir domuzdan nasıl yayıldığını, Amerikalı iş kadınına bulaşıp ABD’ye taşındığını göstermeyi filmin finaline saklıyor.

Filmin müthiş bir oyuncu kadrosu var. Gwyneth Paltrow, Kate Winslet gibi dev oyuncular kısa süre perdede kalıp, virüs kurbanları arasına karışıp, kayboluyorlar.

TÜRK KONSOLOSLARINA ADANMIŞ FİLM

Tarihe ışık tutan “Türk Pasaportu” 2. Dünya Savaşı’nın karanlıkta kalmış, az bilinen bir sayfasını gözlerimize seriyor. Savaşın ilk yıllarında Paris’i işgal eden Almanlar, Petain Hükümeti’nin işbirliğiyle Yahudi avına çıkıyor ve 76.000 Fransız Yahudisini temerküz kamplarına gönderiyordu.

Geriye dönen kişi sayısı 2500 idi

Dönemin Marsilya Başkonsolosu Necdet Kent’in önderliğinde, içlerinde Selahattin Ülkümen, Namık Yolga, Bedii Arbel, Cevdet Dülger, Behiç Erkin, Fikret Özdoğancı’nın da bulunduğu Türk diplomatları, 500 kalan Yahudiyi Türkiye’ye göndermeyi başardı.

Kendilerine sağlanan “Türk Pasaportu” sayesinde, Türkiye’den göç etmiş veya Fransa’da yaşayan Yahudiler, hayatta kalmayı başarırlar.

Belgeselle kurmacayı harmanlayan, Burak Arlier’in yönettiği, “Türk Pasaportu” bu yürekli Türk diplomatlarına adanmış bir film.

Altı yıllık yorucu bir araştırma sonucu, o döneme tanıklık etmiş Yahudilerle veya akrabalarıyla, Fransa, Türkiye, ABD, İsrail’de yapılmış röportajlara yer veren, senaryosu iki yılda yazılan filmi, “iyi niyetli bir çaba” olarak alkışlıyoruz.

Hâlâ hayatta olan beşi Türkiye’de, yirmisi Fransa’da yaşayan 25 Türk Musevisi ile, dönemin Türk konsoloslarının akrabalarıyla yapılan söyleşiler, canlandırma sahneleriyle montajlanarak birleştirilmiş.

Marsilya Başkonsolosu Necdet Kent’in oğlu Muhtar Kent, babasının 81 Yahudiyi nasıl kurtardığını, Selahattin Ülkümen’in oğlu Mehmet Ülkümen babasının 42 kişilik listeyi Alman mekanlarına nasıl verdiğini anlattı. Steven Spielberg’in filminden bildiğimiz “Schindler’in Listesi”nden sonra, Namık Tolga’nın kızı Belgin Tolga’dan, Paris’in Haussmann Bulvarı’ndaki Türk Başkonsolosluğu’nda hazırlanan, “Hayat Kurtaran Listeler”i öğrendik.

“Türk Pasaportu”nun danışmanı Naim Güleryüz, o günleri yaşayan Lazar Russo, Marcelle Arditi, Michelle Susar, Alber Barbut, İda Kohen, Alber Hason, Viktor Saul ve ağabeyi Alber Saul, Necdet Kent’i tanıdığını anlatan Jak Kamhi, belgeselin konuklarıydı.

Tarihi belgelerle, arşiv görüntüleriyle zenginleştirililen filmin sonunda, sekiz sefer yapan, birer vagonu T.C. Hükümeti’nce Türk Yahudileri’ne ayrılmış trenlerin, Paris- İstanbul yolculuklarını kurmaca görüntüler eşliğinde izledik.

Şüphesiz ki bu görüntüleri, aynı dönemi anlatan Joseph Losey’in, başrolünü Alain Delon’un oynadığı “Kaderini Arayan Adam / M. Klein”deki tren sekanslarıyla kıyaslamak yanlış olur. İki filmin prodüksiyon bütçeleri arasında uçurum farkı var.