‘Türk Pasaportu’ sinemalarda

"Bir insanı kurtaran dünyayı kurtarmış olur." Talmud

Virna BANASTEY Şalom
21 Ekim 2011 Cuma

 İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının altı milyon Yahudi’yi ölüm kamplarında acımasızca yok ettiği bir dönemde, bir avuç cesur Türk diplomatın en az 80 kişiyi Türk pasaportu vererek Alman savaş makinesinin ölüm trenlerinden kurtarışını anlatan film sinemalarda.

Dünya galası Cannes Film Festivali’nde gerçekleşen filmin yapımcılığını Güneş Çelikkan, yönetmenliğini Burak Arlıer ve proje direktörlüğünü Yael Habif yaptı.

Şalom Dergi Temmuz Ağustos sayısında yayınlanan filmin yapım hikayesini yeniden sunuyoruz.

Bir insanı kurtaran dünyayı kurtarmış olur

Talmud

YAPIMCI GÜNEŞ ÇELİKCAN:

“Bu hikâyenin dünyaya anlatılması gerekiyordu”

Bu hikâyeyi tesadüfen üniversitenin ikinci sınıfında bulduğumda bu kadar kapsamlı bir şeyle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Eskişehir’de üniversitedeyken, fotoğraf çekmek için demiryollarına gitmiştim. Klasiktir, fotoğrafa başlayanlar İstanbul’da da Haydarpaşa’ya giderler. Ben elimde makine dolaşırken, bir mezar gördüm; Behiç Erkin’in mezarı. Türkiye’deki üç demiryolu makasının olduğu tek yer orası; İstanbul, Ankara, İzmir. Üç demiryolunun kesişme noktası. Onun biraz açığında da bir mezar. (Kendisi  “Beni Türkiye’deki demiryollarının kalbine gömün” diye vasiyet etmiş.) Ve üzerinde sadece “Behiç Erkin, Demiryolları Genel Müdürü” yazıyor. Behiç Erkin kim bilmiyordum; o köyde ölmüş bir adam mı ya da kavuşamamış sevgililerden biri mi? Sonra bu konuyu araştırmaya başladım. Önce Kurtuluş Savaşı ve demiryolları üzerine bir-iki makaleye rastladım. Tabii o zamanlar şimdiki gibi dijital arşiv söz konusu değil, internet de bugünkü seviyede değil.

Milli Kütüphane’ye gidip o dönemin gazete arşivlerine baktım. Ankara İnkılap Tarihi Enstitüsü’ne gittim. Behiç Erkin oraya 90 bin belge bağışlamış; inanılmaz bir maden. Benim için kırılma noktası ise dışişleri arşivleri oldu. Dışişleri arşivlerini açınca konuştuğumuz, okuduğumuz şeylerin belgelerini bulabiliyor olduk.

Fikre destek olanlar

Eskişehir’deki öğrencilik yıllarımda ve hemen sonrasında çok yoğun araştırmalar yaptım. Sonra İstanbul’da Bahadır Abi (Bahadır Arlıer – yapımcı) ile tanıştığımızda, “Böyle bir şey var, ne dersin, yapalım mı?” diye konuşmaya başladık. O da benim heyecanlandığım kadar heyecanlandı. Hepimiz buna çocuk gibi sarıldık ve masanın üstünü doldurmaya başladık.

Filmler, belgeler, tanıklara ulaştık, kısa söyleşiler çektik. Sonra asıl çekimlere başladık. Bu süreç biraz da kendi kendini ilerleten bir süreç olarak devam etti. Tabii anlatıldığı kadar kolay olmadı. Bu süreçte bize yardım eden büyüklerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız oldu. Nihat Gökyiğit, proje daha bir fikir aşamasındayken, “Böyle bir film olsa nasıl olur?” diye daha dostlar arasında konuşurken, “Güneş bu filmi mutlaka yapmanız gerek” deyip gerçekten çok çok büyük bir destek verdi. Türkiye’de bu tip desteklerle bir şeyler yapmak çok zor, hele fikir aşamasındayken… Fikre destek olmak, bence çok önemli bir şey… Bahçeşehir Üniversitesi’nden Enver Yücel de aynı şekilde… Devlet Demiryolları, TRT, Dışişleri Bakanlığı… Bu insanların hepsi bir ideale, bir fikre destek oldular ve bizim ilerlememizde çok yardımcı oldular.

Konu çok hassas olduğu için ilk zamanlarda siyasi gelişmelerden dolayı tedirginliğimiz vardı. İster istemez ‘doğru zamanlama mı?’ diye düşündük. Ama sonra fark ettik ki, bu siyaset üstü bir konu. Hatta sosyoloji üstü bir konu. Bu kültürel etkileşimi olumlu etkileyebilecek bir insanlık hikâyesi aslında. Temelde, zor durumda olanlara yardım etmek için elinden geleni yapan insanların hikâyesi.

Buna rağmen hiç hata payımız yoktu. Projenin neden bu kadar uzun sürdüğünün de cevabı aslında; bu tip bir projeyi bir kere yapabilirsiniz. Bir kere çektik olmadı, hadi bir daha çekelim diyemezsiniz. O yüzden en doğru şekilde ve en yeterli araştırma tamamlandıktan sonra bu ancak olabilirdi.

Hep doğru insanlar bir araya geldi. Bu insanlar ticari kaygılardan öte, bu hikâyenin duyurulması için bir araya geldiler. Bu biraz da görevdi aslında. Şu soruyla çok sık karşılaştık, “Bu hikâye neden hiç bilinmiyor?” Çünkü bu insanlar bunu hiç anlatmamışlar. Birilerinin çıkıp bu hikâyeyi dünyaya anlatması lazımdı. Bu noktada biz elimizden geleni yaptık.

“En zorlandığımız lojistik oldu”

Proje aşamasında en çok zorlandığımız lojistik oldu. Ankara’da bulduğumuz bir belgenin devamını bazen Marsilya’da, bazen Paris’te bulduk… Belgelerin hepsi farklı ülkelerde, bu ülkelerin hepsinde araştırma ekipleri kuruldu. Almanya’dan Almanca geliyor, Fransa’dan Fransızca… Bunlar Türkçeye çevriliyor, bakılıyor, ayrılıyor. İşe yararlar bir daha çevriliyor. Defalarca üzerinden geçtik. Mesela Almanlar tarafından verilmiş olan toplu vize var. 52 kişi adına verilmiş, üzerinde mühürler, imzalar, altında isimler ve tren listesiyle beraber önümüzde duruyor. Sonra o vize iptal edilmiş, listede iki kişinin adı çizilmiş, 50 kişilik yeni bir vize verilmiş. Bunları bulmak zaten sıkıntıydı, bulduktan sonra bir de ‘Bu iki kişiye ne oldu?’ derdine düşüyorsunuz. Bunlar nerede o zamanlar? İş kendini başka yerlere çekiyordu.

YÖNETMEN BURAK ARLIER:

“Bilinmesi, övünülmesi, seyredilmesi gereken bir olay”

Projeye dahil olduğum aşamada Fransa’da röportajlar gerçekleştirilmiş, tren yolcularına ulaşılmış ve İstanbul’a dönülmüştü. Projeye dahil olduğumda ise neyle karşı karşıya olduğumu daha iyi anladım. Çünkü İsrail, Almanya, Fransa, Amerika ve Türkiye’de oluşturulmuş grupların elde ettikleri dokümanlara ulaşmıştık. Türk Konsolosluğu’nun Fransızlara yazdığı, onların cevabı, oradan Almanlara giden cevap, onların geri dönüşleri, tutuklanan ve toplama kamplarına konan insanların belgeleri, onlara karşı cevaplar. İnanılmaz bir şeyin içine girmiş olduk.

“Bir senaryo yazmadık”

Sonra senaryo ekibi ile bir araya geldik. Aslında senaryo demek istemiyorum, çünkü bir senaryo yazmadık; hiçbir zaman ‘şurasına bir şey ekleyelim’ olmadı. Bunun en önemli nedeni tamamen ‘ortada’ olmak istememiz. Zaten taraf diye bir şey göremiyoruz. Çünkü insan hayatından bahsederken, bir tarafta yer alıyor olmak söz konusu olamaz. Filmin çıkış mottosu,‘Bir insanı kurtaran insanlığı kurtarmış olur’ mantığında hareket ettik. Bu tarafı daha ağır basalım ya da dini motifleri öne çıkartalım, siyasi yanını baskın tutalım diye bir arayış içerisine asla girmedik. Bunun sebebi, röportajların gerçekten ne anlattıklarını dinlediğiniz zaman, gözünüzden yaş geliyor olması. Bu sadece trenle kurtulmuş olan insanlarla yaptığımız röportajlardan edindiğimiz bir duygu değil, diplomatların çocukları ve profesörlerle yapmış olduğumuz röportajlarla da çok farklı duygular içine girdik, çok farklı konular öğrendik.

“Klasik bir belgesel yapmak istemedik”

Tüm dokümanların çevirilerini yaptıktan sonra ne daha ön plana çıkmalı, neyi daha fazla anlatmalıyızın peşine düştük ve o yüzden filmde bir anlatıcı kullanmadık. Canlandırmalar yapıp, bu canlandırmaları tarihi görsel fotoğraflarla, videolarla ve elde etmiş olduğumuz dokümanlarla bezeyerek bir film yapmaya giriştik. Böylece klasik bir belgesel yapımının dışına çıkmayı tercih ettik. Canlandırmaların içerisindeki dramatik yapı, onun ışığı, rengi, oyunculuğu, kamerası vs, bütün hepsi belli bir amaç uğruna yapıldı. Bize anlatılmış olan ve ağır bir şekilde yaşanan dramı yansıtmak istedik.  Hazırlıklar yaklaşık bir yıl sürdü. Anlatılmış olan hikâyelerin sıralamalarını yaptık; filmin giriş, gelişme, sonuç kısmını gerçekleştirdik. Bu insanlar Fransa’da nasıl yaşıyorlardı, sonra neler olmaya başladı? Nasıl toplanmaya başladılar? Toplandıktan sonra nerelere götürüldüler; gittikleri yerlerde başlarına neler geldi? Ve bu süreç içerisinde konsolosluk ve Türk diplomatların ne gibi katkıları oldu?

Ardından tren yolcuğuna geçildi. Bu yolculuk esnasında başlarından geçen olayları anlattık ve Türkiye’ye, yani Edirne’den girip Sirkeci İstasyonu’na ulaşmalarına kadarki bölümü ve buraya vardıkları zamanki hislerini yansıtmaya çalıştık. Gerek Türkiye’yle, gerek diplomatlarla ilgili duygularını...

“İstanbul’da uygun mekân bulamadık”

Bunun üzerine bir yapı oluşturduk ve mekânları aramaya başladık. İstanbul’da çok arandık ama hiçbir yerde uygun bir şey bulamadık. O zamanı anlatabilecek tek bir sokak bile bulamadık. Galata’ya, Beyoğlu’nun arka taraflarına baktığınızda, en basitinden bütün sokaklarda havalandırmaların dış üniteleri duruyor. Bunun üzerine Romanya’ya gittik ve mekânları orada bulduk. Romanya’daki çok büyük stüdyolardan birine gidip o döneme ait Fransa’yı canlandırdık. Şu an bir müze olarak kullanılan büyük bir cezaevinin içinde çekim yaptık; çok büyük bir sarayın bahçesinde çalıştık. Bu çekimler 20 gün sürdü.

Türkiye’ye geldiğimizde tren arayışı içerisine girdik. O döneme ait bir tren bulmak çok zordu. İzmir Çamlık’taki müzeye gittik. Devlet Demiryolları çok yardımcı oldu. Bize bir vagon verdiler, o vagonu atölyeye soktuk ve üç hafta boyunca üzerinde çalıştık. Röportajlardan elde ettiğimiz bilgiler ve diğer belge/evraklar ışığında, trenin içini ve dışını yeni baştan yaptık. Sonra bu treni çekebilmesi adına lokomotifi de çıkarttık, elden geçirdik, tekrar yürür hale getirdik. Filme yakışır bir hale getirip İzmir Alsancak Garı’na gittik. Alsancak’ta bu insanların Paris’ten hareket ettikleri garı canlandırdık. İzmir’de çekimi gerçekleştirdik ve yolculuk başladı.  Farklı beldelerde, köylerde, tabii ki ister istemez yolu kapatarak Adana’ya kadar geldik. Adana’da da Hacıkırığı Köyü’nde Varda Köprüsü var. Gerçekten muhteşem bir köprü. Orada da helikopter çekimlerini gerçekleştirdik.

Üç aşağı beş yukarı bu yolculuğu yapmış olan insanların yaşadıklarının bir kısmını biz de yaşamış olduk o trenin içinde. Tabii ki bu bir şaka… Çünkü onlar bu yolculuğu yaparlarken su, yemek, tuvalet yok. Bir vagonun içerisine kilitliler. Paris’ten çıkıp önce Almanya’ya uğruyorlar ve orada duruyorlar. Çıkıp Macaristan’a, Sırbistan üzerinden, Romanya’ya, Bulgaristan’a ve sonunda Türkiye’ye… 300-500 kilometrede bir durduruluyorlar, pasaportlar, vizeler kontrol ediliyor, dokümanlar tamamen elden geçiriliyor. Bazı yerlerde yetkililerin kafası karışıyor, bütün herkesi aşağı indiriyorlar. Yolcular, büyük bir korku ve endişe içinde 4-5 saat soğuğun altında bekliyor.

Fakat bütün bunların gerçekleşebilmesini sağlayan diplomatlarımız çok büyük varlık göstermiş. Kariyerlerini, bazen canlarını ön plana koymuşlar.

Mesela Albert Saül… Birgün evden çıkıyor, arkadaşı ile buluşmak için kafeye gidiyor. Orada oturup sohbet ettikleri sırada içeri askerler giriyor, adamı alıp götürüyorlar. Bir daha da hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi olmuyor. Bunun üzerine babası koşarak konsolosluğa gidiyor ve yardım istiyor. Almış olduğu cevap, “Siz endişe etmeyin, biz elimizden geleni yapacağız.” Bugünkü gibi bir telefon edeyim, bir mail atayım gibi bir durum da söz konusu değil tabii. Kalk onlarla konuş, öbürlerinin yanına git, sonra kampa git, kampın içerisinde bu insanı ara, onu oradan çıkar… Çok büyük sorumlulukların ve çalışmaların içerisine giriyorlar.

En iyi anekdotlardan biri Necdet Kent’in yaptıkları. Kent, 81 kişinin trenin içerisine tıkılmış, kampa doğru yola çıkmak üzere olduğunun haberini alıyor. İstasyona gidiyor ve bu insanları indirmek için mücadele etmeye başlıyor. Ve indirmediklerini görünce de kendisi biniyor trene ve onlarla birlikte yolculuğa çıkıyor. Tabii ki büyük bir skandalı engellemek adına yapılan görüşmeler ve telefon trafiği üzerine tren 3-5 istasyon sonra durduruluyor. Tüm o insanlar da Kent ile birlikte trenden indiriliyor ve Paris’e geri getiriliyor. Bunlar böyle anlatıldığı zaman basitmiş gibi geliyor. Ancak o dönemki durumu düşündüğünüzde anlıyorsunuz ki bambaşka bir konuma getirmişler kendilerini.  Ayaklarının üzerinde sert bir şekilde durup, dediklerini yaptırıp, vatandaşlarının hayatını kurtarmışlar. Albert Saül kamptan çıkıp teşekkür etmek için konsolosluğa geldiği zaman aldığı tek bir cevap var, “Biz vazifemizi yaptık”. Bu gerçekten övünülmesi, herkes tarafından bilinmesi ve seyredilmesi gereken bir durum…

Tek dayanak anayasa

Tüm bu mücadele tek bir şeye dayanıyor; anayasada yer alan kanuna. ‘Türk vatandaşları, din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın…’ Zaten yüzyıllardan beri böyle geliyoruz. Hep beraberiz, beraber olduk, hep beraber de olacağız. Bu yüzden onlar veya bunlar diye bir ayrım yapmak bana çok saçma geliyor.

Böyle bir konuya girip, araştırmaları görünce, bu insanlar için ‘kahramanlar’ diyorsun. Onların hepsi benim gözümde birer kahraman. Çünkü en azından bir hayat kurtarmışlar. Çok büyük anlaşmaların içine girmişler. Bu anlaşmalarla Türk Musevilerinin sarı ‘Yahudi’ yıldızlarını paltolarının içine dikilmesine karar verilmiş. Bu sayede her tarafa girebiliyorlar, alışveriş yapabiliyorlar, dolaşırken aşağılanmıyorlar. Bu bile çok büyük bir olay.

PROJE DİREKTÖRÜ YAEL HABİF:

“Dünyaya çok önemli tarihi bir belge bıraktık”

Filmin projesine nasıl dahil oldun?

Projeye yaklaşık 2,5 sene önce dahil oldum. Bahçeşehir Üniversitesi’nin uluslararası program ve projelerinden sorumluyum. Filmin yapımcılarından Güneş Çelikcan ile üniversitede tanıştık. Amerika’da üniversitede sinema okumuştum. Dinler ve felsefe üzerine mastırımı yaparken hem belgesel projelerde hem de müzelerde çalıştım. The Turkish Passport projesini Güneş’ten ilk duyduğumda İstanbul’a yeni dönmüştüm ve doğal olarak konusu beni çok heyecanlandırdı. Okul ve iş deneyimimle bu kadar örtüşüyor olması gerçekten çok büyük şans oldu. Böylece projeye dahil oldum. Daha sonra Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Haluk Gürgen’in kapısını çaldık. İletişim Fakültesi’nin danışmanlığında, dünyanın en büyük soykırım müzeleri ve tarihçileri ile temasa geçtik. Hem Türkiye’de hem de yurt dışında araştırma ekipleri kurduk. Fransa, İsrail, Almanya, Amerika ve Türk Dışişleri arşivlerinde milyonlarca belgenin içerisinden Türkiye’nin o dönemdeki hikâyesini araştırdık. Bu etapta, Türk Musevileri Müzesi Başkanı Naim Güleryüz de tarihsel açıdan bizlere yön verdi. Gerek yazılı ve görsel belgelerin ortaya çıkarılması, gerekse de dönem tanıklarının izini sürüp röportajlarını kayıt altına alınması çok uzun bir süreçti.

Projenin tamamlanma sürecinde senin için en heyecanlı etap hangisi oldu?

En heyecanlı süreç yeni bir belgeye ve dolayısıyla yeni bir insana ulaşmak oldu. Araştırmalarımızı yaparken, birkaç ailenin o dönemden beri evlerinde sakladıkları bazı belgelere ulaştık. Mesela Yunanistan’da bir kişinin aile arşivinde, 1944’te Paris’ten kalkan bir trenin yolcularının isim-doğum yeri-doğum tarihi ve fotoğrafını içeren ve şu ana dek hiç bir müzenin sahip olmadığı bir listeye ulaştık. Bu kişinin babası Almanca bildiği için trende yolculuk yapan tüm Yahudilerden sorumlu olarak seçilmiş. Her istasyonda, vagondan inip Nazi askerine yolcuların durumunu anlatıp ve geçiş izinlerini göstererek, yolculuklarına devam etmelerini sağlıyormuş. Bu liste ile 60 kişinin varlığından haberdar olduk ve tabi bu kişilere ve ailelerine ulaşmaya başladık. 

Bu süreçte seni en çok etkileyen ne oldu?

Türk Pasaportu, insani değerler üzerine kurulmuş bir film, filmimizin ana kahramanı yine, insan. Bu filmi yaparken hep ortada kalmayı tercih ettik. Bir taraftan Türk diplomatlarının sorumluluk alarak ve kendi inisiyatiflerini kullanarak Musevi vatandaşlarını korumak adına yaptıklarını araştırdık ve dinledik. Diğer taraftan ise, ev diye bildikleri Fransa’yı bırakıp, bir valiz ve yalnızca umudunu alarak bilinmeyene doğru bir tren yolculuğuna çıkan kişileri resmettik. Bu süreçte beni en çok etkileyen insanın cesareti oldu ve tabi Holokost sırasında bile insan olduğunu hatırlama cesaretini gösteren kişiler.

Cannes’daki Gala gecesini senin ağzından dinleyebilir miyiz?

Türk Pasaportu ile Türkiye’nin onurla ve gururla bahsedeceği bu dönemi dünyaya anlatmak istiyoruz. Din, dil, ırk ayrımı olmadan Türk diplomatlarının sadece insanlık adına atmış olduğu bu adımı herkesin biliyor olması bizim için çok önemli. Bir taraftan Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin akademik danışmanlığı, diğer taraftan Tekfen Vakfı ve Türk Musevi Cemaati’nin desteğiyle ortaya çok anlamlı bir film çıkardık.

Merkezi Paris’te bulunan Alaaddin Projesi ise 64. Cannes Film Festivali kapsamında Türk Pasaportu’nun dünya galasını yapmak üzere bizleri Cannes’a davet etti. Galada, Alaaddin Projesi Başkanı Anne-Marie Revcoleschi tarafından, çalışmalarımızdan ötürü plaket aldık. Büyükelçi Ertan Tezgör, Yad Vaşem Müzesi Fransa Komitesi’nden Michel Merowka, 1942-44 yıllarındaki Fransa Başkonsolosumuz Fikret Özdoğancı’nın kızı Mina Özdoğancı ve Türk diplomatları tarafından kurtarılarak İstanbul’a gelen Nisso Barbouth, duygu dolu birer konuşma yaptı. Daha sonra ışıklar söndü ve film başladı. Filmin herkesi heyecanlandırdığına tanık oldum. Altı yıl önce çıkılan bu yolda pek çok zorlukla karşılaşsak da, arkadaşlarımla birlikte projemizin gerekli ve anlamlı olduğu konusunda inancımız hep tamdı. O gece Cannes’da salonu dolduran yüzlerce kişinin filmi 10 dakika ayakta alkışlaması bizim için en büyük ödül oldu.

Eklemek istediğin başka şeyler var mı?

Ne dünya ne de Türkiye bu hikâyeleri bilmiyor, yeterince anlatılmamış. Tarih kayıtlarına geçecek önemli bir belge oluşturduğumuza inanıyorum. 

Washington DC’deki Holocaust Memorial Müzesi’nde Steven Spielberg’in bir film ve video arşivi var. Spielberg, Holokost’tan kurtulan 3000 kadar kişi ile röportaj yapmış, bu çok önemli arşivi müzeye bağışlamış. Ancak Spielberg Arşivi’nin içerisinde Türk diplomatlar tarafından kurtarılan hiç kimsenin röportajı yok. Bizler ise, 6’sı halen Türkiye’de, 20’si ise Fransa’da yaşayan toplam 26 kurtulan ve bazı diplomat çocuklarının sözlü tanıklıkları ile bu arşive yenilerini eklemeyi başardık. Gerçekleştirdiğimiz büyük prodüksiyonun yanı sıra aslında dünyaya çok önemli bir tarihi belge de bıraktığımızı düşünüyorum.