Geçmişin izindeki Brezilyalı yazar: Tatiana Salem Levy...

Geçtiğimiz günlerde düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin konuklarından biri de, 2007’de Türk okuyucusuyla buluşan ‘İzmir’in Anahtarı’ adlı kitabın ödüllü yazarı Tatiana Salem Levy idi. Cezayir Restoranı Konferans Salonu’nda düzenlenen ‘Yazar Diyeti’ konulu programda konuşan Levy ile tanışma ve sohbet etme fırsatını buldum

Tuna SAYLAĞ
19 Ekim 2011 Çarşamba

Geçen yüzyılın başlarında İzmir’den Brezilya’ya göç eden bir Yahudi ailesinin torunu olan 1979 doğumlu Tatiana Salem Levy, bu ilk romanıyla ‘Sao Paulo İlk Roman Ödülü’ne layık görüldü. Yapıtları pek çok dile çevrilen yazar, kitaplarını kaleme alırken gördüğü, dinlediği, okuduğu ve seyrettiği her şeyden olumlu ya da olumsuz olarak etkileniyor. Okumaktan hiç bıkmadığı ustalarını ise Henry James, Virginia Woolf, Rimbaud, Jane Austin Fernando Pessoa ve Toni Morrison olarak sıralıyor.

İki soyadı birden kullanıyorsunuz…

Salem annemin babasının soyadı, Levy ise babamın babasının. Brezilya’da kanunen herkes her iki soyadını da taşır, tabii kadınlar evleninceye kadar, sonrasında baba ile eşten gelen aile adları kullanılır.

Salem ve Levy ailelerini konuşalım öncelikle…

Hem annemin hem babamın ailesi İzmir kökenli; her iki aile aynı evde yaşardı. Birinci katta Salem ailesi, ikinci katta ise Levy ailesi. 20’li yıllarda annemin babası daha iyi bir hayat için bazı akrabalarının da yaşadığı Brezilya’ya, Rio’ya göç etti. Tabii ki Portekizce’ye yakın olan Ladino’yu konuşması bu kararı almasında etkin oldu. Babamın babası ise diğer dedemden daha önce Marsilya’ya gitmiş ve 10 sene orada yaşamıştı. Çalıştığı işyerinin Brezilya ile ticari ilişkileri olduğundan sık sık iki ülke arasında gidip geliyordu. Bu gidişlerin birinde babaannemle tanışınca Brezilya’da kalmaya karar verdi. Annemle babam ise tesadüfen tanıştılar ama sonrasında birbirlerinin kim olduğunu anladılar ve daha sonra da evlendiler. Babamın baba evinde Ladino konuşulurdu ama ben tanık olamadım çünkü doğduğumda babaannem ve dedem ölmüşlerdi. Annemlerde ise, anneannem çok küçük yaşlarda buraya göç ettiğinden Portekizce konuşurlardı.

İstanbul’a ilk kez 18 yaşımda annem ve kız kardeşimle geldim. İzmir’deki kuzenlerimizle tanıştık ve hiç yabancılık çekmedik. İzmir’deki Salem ve Levy aileleri hala dostlar ve görüşüyorlar. Onlar Ladino, biz ise İspanyolca- Portekizce karışımı olan Portugnol konuşmamıza rağmen son derece iyi anlaştık, lisan hiç sorun olmadı, bunda biraz da benim Sefarad müziğine çok düşkün ve Ladino’ya aşina olmamın da rolü oldu diye tahmin ediyorum. Bu ziyaretten bir yıl sonra ne yazık ki annemi kaybettim ve o zamandan beri İzmir’deki akrabalarımla temasım kesildi.

Kitabınıza konu olan hikâyeden söz eder misiniz biraz?

Ailede her zaman Türkiye’den Portekiz’e göç eden büyük amcam Samuel- Sam Levy’den söz edilirdi ve ben sık sık nesilden nesle geçen ve en son amcamda olduğu söylenen bir ev anahtarından bahsedildiğini duyardım. Kendisi uzun yıllar sonra Portekiz vatandaşlığına, atalarını engisizyonda kaybettiğini kanıtlayarak hak kazanmıştı. Hatta bu olay zamanında ülkede çok ses getirmiş ve düzenlenen bir törenle büyük amcamın adı Lizbon’da bir sokağa (sokak hala aynı adı taşıyor) verilmişti: Rua Sam Levy.  Bu hikâyeyi dinleye dinleye sonunda bir roman yazmaya karar verdim; tek farkı olayı günümüze taşımam oldu. Romanda, 1920’de Türkiye’yi terk eden büyükbabasından, onun İzmir’deki evine ait bir anahtar kalan genç bir kızın, köklerine olan yolculuğunu anlattım. Çok kültürlülük, göçmenlik, yabancılık ve azınlık kavramlarına vurgu yapmaya çalıştım. İzmir’e ilk gittiğimde birçok not almıştım, 8 yıl sonra bunları romanımda değerlendirdim. O sırada Paris’te yaşıyordum ve roman vesilesiyle birkaç kez de İstanbul’a geldim ama İzmir’e bir daha gitmedim.

Biliyor musunuz, siz İzmir’de kökleri olan, tanıdığım ikinci Yahudi yazarsınız. İlki Marc Levy, gördüğünüz gibi o da bir Levy, belki de akrabasınızdır...

Gerçekten mi? Hiç bilmiyordum, tanışmıyoruz ama ilk fırsatta ona yazacağım.

Kökleriniz kariyerinizi ve eserlerinizi nasıl etkiliyor, ya da etkiliyor mu?

Tabii ki etkiliyor özellikle ‘İzmir’in Anahtarı’nda bu çok belirgin. Otobiyografi ve kurgu karışımı olan bu ilk romanımda, Yahudi ve Türk köklerim çok açık ortada. Yahudiliğimi hissediyorum ama örneğin bir Yahudi okulunda okumadım, dindar da değilim. Roş Aşana ve Kipur’u mutlaka ailemin yanında geçiririm; büyük teyzem borekitas ile Türk- Sefarad mutfağından geleneksel birçok yemek yapar bayramlarda.

İzmir’in Anahtarı’na tekrar dönecek olursak; romanda amacım özellikle bellek ve kimliğin inşası konusunu irdelemekti. Irklar, kökler, izler, kalanlar gibi temalar üzerinde çok düşünüyor ve çalışıyorum. Romanım tarihi bir kitap değil; kısa bölümler ve paragraflar içeriyor, tıpkı belleğimizin bütünden çok, olayları parça parça hatırlaması gibi... Geçmişi bellekten yola çıkarak oluşturmaya çalıştım, özellikle beni en fazla ilgilendiren bize kalan mirası inşa etmek, geriye kalandan beni ilgilendiren ile ilgilendirmeyeni ayrıştırmak. En çok da insan bedenindeki miras üzerine çalışıyorum. Romanın başında hikâyenin kahramanı felçli ve yataktan çıkamıyor. Tekrar hareket edebilmesi için geçmişine dönüp ailesinin yaşadığı, ancak kendisine anlatılmayan ve bedenini hapseden engisizyon, göç, yeni ve yalnız bir hayatın zorlukları gibi yaşamın acılarıyla yüzleşmesi gerekiyordu. Bazı olayları biz bilmesek de vücudumuz bilir, hisseder. O yüzden yaşananları gizlememeli bizden sonrakilere aktarmalıyız. Roman bu fikirden hareket ediyor. İkinci kitabımın- Dois Rios (İki Nehir)- konusu ise bambaşka... Aşk, deniz ve hayatı yavaşlatmak ile ilgili; üç hafta içinde yayınlanacağını umuyorum.

İstanbul’daki bu edebiyat festivali hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’nin ilk ve tek edebiyat festivali olduğunu ve bu yıl üçüncüsünün yapıldığını biliyorum. İstanbul çok güzel ve büyük bir metropol, üzerine bir çok edebi eser üretilmiş bir kent... Dünyanın dört bir yanından gelen yazarlar burada buluştu. Etkinliği çok önemli buluyorum ve dünyadaki inisiyatifinin artacağına inanıyorum.

Şu sıralar neler yapıyorsunuz?

 Rio’da profesyonel bir yazar olarak yaşıyorum. Doktoramı ve post doktoramı yaptım. Kısa bir süre üniversitede ders verdim ama bu işi sevmedim. Araştırma yapmayı tercih ediyorum. Brezilya giderek büyüyen ve gelişen bir ülke, sanatçılara burslar veriliyor, birçok imkân tanınıyor. Mesela ben sürekli ücretli konferanslar veriyorum edebiyat ve yazarlık üzerine.

Bu arada şehri gezme fırsatı buldunuz mu?

İstanbul’a üçüncü gelişim ama yine Sultanahmet’te biraz dolandım. Gemiyle çok sevdiğim Boğaz turunu yaptım, Asya yakasına geçtim. Ama özellikle açılış gecesi Çırağan Sarayı’ndan seyrettiğim gün batımına bayıldım, yaşadığım en şık açılıştı diyebilirim. Biliyor musunuz bir şey fark ettim burada sanki mehtap Brezilya’dakinden daha iri, daha güzel, aynı duyguyu İsrail’deyken de yaşamıştım.

O zaman sizi yine bekleriz.