Bir yoksunluk ve hayatta kalma öyküsü

Portekiz’de yaşayan gazeteci yazar Richard Zimler’in yedinci romanı ‘Varşova Anagramları’, Türk okuyucusuyla buluştu. Tarihi polisiye kurgusuyla dikkat çeken eser, Nazilerin en acımasız olduğu dönemi yansıtırken Yahudi Soykırımı’nın, maruz kalanlara yaşattığı derin acıyı çarpıcı bir dille anlatıyor

7 Aralık 2011 Çarşamba

Richard Zimler ile yayınevi aracılığıyla yapılan bu röportajda, roman ile ilgili merak ettiklerinizi bulacaksınız.

Ana karakteri neden bir hayalet olarak seçtiniz? Hayaletin anlamı nedir ve neden bu formda dünyaya tekrar geldi?

‘Varşova Anagramları’nı yazmaya başlamadan önce, hakkında çok az şey bildiğim Varşova Gettosu’ndaki günlük hayatı yazmayı planlıyordum. Okulları var mıydı? İnsanlar ne tür işlerde çalışırdı? Getto dışında yaşayan Polonyalılar, gettodaki Yahudi arkadaşlarını ziyaret edebiliyorlar mıydı?  Bu soruların cevaplarını merak etmemin sebebi, büyükannemin ve büyükbabamın Polonya’da yaşamış olan kardeşlerinin ölüm kamplarından önce bu gettolarda barınmalarıydı. Araştırmaya başladım; getto hakkında aşağı yukarı on kitap okudum ve belki de yüzlerce sayfa not aldım. Ayrıca 2008 yılında beş gün Varşova’da kaldım ve bir zamanlar getto olan bölgeyi yürüyerek araştırdım. Varşova Gettosu hakkında okudukça, şehrin, Polonya’nın hatta dünyanın geri kalanından koparılmış bir ‘Yahudi Adası’ olduğunu gördüm. Bu tasvir beni büyüledi, hâlâ da büyülüyor. Büyük bir şehrin ortasında bu şekilde yaşamak hem eşsiz hem de yazmaya değer kötü bir tecrübeydi.

Araştırmamı yaparken, Nazi çalışma kampında hayatta kalan ve şehre geri döndüğünde sevdiği kimsenin kalmadığını gören yaşlı bir Yahudi psikiyatrın hayatını incelemek istediğime karar verdim. Büyük travmalar atlattıktan sonra hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek için gereken cesareti nereden bulduğumuzla ilgiliydim, hâlâ da ilgiliyim. Bunun çok önemli bir konu olduğunu düşünüyorum.

Fakat kitabın ilk sayfasını yazmaya başladığımda, roman değişti. Yaşadığı yer olan Varşova’ya yürüyerek dönen, Nazi kampından sağ kurtulan yaşlı psikiyatr Erik Cohen’in bakış açısından, “Ben ölü bir adamım” cümlesini yazdım. Aslında bunu mecazi anlamda kullandım, çünkü sevdiklerini ve işini kaybetmiş, yaşamaya devam etmek için hiçbir sebebi kalmamıştı. Fakat bu cümleyi yazar yazmaz bir şeyi keşfettim: Erik gerçekten ölüydü! Yahudi geleneğinde ‘ibbur’ dediğimiz, yarım bıraktığı bir görevi tamamlamak için dünyada kalan bir ruh ya da hayaletti. Fakat görevi neydi? Neden dünyamızdaydı? 

Erik, Varşova’ya döndüğünde onu görebilen ve duyan Heniek adında bir tek bir kişi olduğunu fark eder. Varşova Gettosu’nda geçirdiği zamanları Heniek’e anlatarak tamamlaması gereken görevin ne olduğunu keşfetmeye çalışır. Hikâyeyi bir hayaletin gözünden anlatmak bana göre uygundu, çünkü Nazi işgali altında üç milyon Polonya Yahudi’si ölmüştü. Ayrıca bu durum hikâyeyi de daha dokunaklı hale getirdi, çünkü okuyucu Erik’in öldüğünü kitabın başından beri biliyordu, sadece ne zaman ve nasıl olduğunu bilmiyordu, bu da öyküye gizem katıyordu.

Tarihsel gerçeklere dayanarak bu kitap kişisel yolculuğu, soykırımı ve gizemi barındırıyor. Bu kurguyu oluştururken sizin yararlandığınız ana kaynak neydi?

Polonya gettoları hakkında birçok kitap okudum ve Varşova Gettosu’nun ayrıntılı bir haritasını edindim. En çok yardımı dokunan kitaplardan biri, ‘The Diary of Mary Berg’ti. Bu, Varşova Gettosu’nda ailesiyle beraber tutulan bir Amerikan kızın günlüğüydü. Diğeri ise bir Yahudi tarihçi Emmanuel Ringelblum’un ‘Notes from the Warsaw Ghetto’ kitabıydı. Ringelblum, kitabı yazarken bir grup arkadaşının da yardımıyla getto yaşamı hakkında bilgi toplamıştı. Kendisinin ve arkadaşlarının sağ kurtulamayacağını bildiği halde günlük tuttular, makaleler topladılar ve tren biletlerinden konser afişlerine kadar her şeyi biriktirdiler. Gelecek nesilleri nelere katlanmak zorunda kaldıkları ile ilgili bilgilendirmek istiyorlardı. 1943 baharında Naziler gettoyu yıkmadan önce Ringelblum’un arşivi üç süt kabına ve birkaç metal kutuya konarak birkaç binanın kilerine gömüldü. İlk süt kabı 1946’da, ikincisi ise 1950’de bulundu. Sonuncusu ise hiçbir zaman bulunamadı.

İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış Türkiye gibi ülkelerde bile, okuyucular Yahudi soykırımının hikâyeleri ile ilgileniyorlar. Peki, sizce gerçek hayat öykülerine dayanan bu kitaplar ve filmler Yahudi Soykırımı gibi diğer trajedileri önlemede bir rol oynayabilir mi?

Öyle olacağını umuyorum. Tabii ki, bu trajedinin ne kadar büyük olduğu fikrini aksettirmek için altı milyon Yahudi’nin ölümünden istatistikî olarak bahsetmek çok önemli fakat sayısal veriler duygusal bir bağ kurmamıza yardımcı olamazlar. Neyse ki, romanlar okuyucu ve karakter arasındaki bu empatiyi kurabilirler. Romanların bu kadar önemli olmasının sebeplerinden biri de budur.

Anagramlar Yahudi gettolarında sıklıkla kullanılır mıydı?

Anagramların kullanımı Ortaçağ’a kadar dayanan bir Yahudi geleneğidir. Özellikle,  İspanya’da ve Güney Fransa’da yaşayan Yahudi sufileri (kabalistler), bazı kelimelerin doğru yazılması halinde çok güçlü ve tehlikeli olacağına inanıyorlardı. Örneğin, Tanrı’nın gizli isimlerinden anagramlar oluşturdular. Kabala’nın (Yahudi mistisizmi) temel fikri, harflerin ve kelimelerin evreni anlamak ve etki yaratmak için birer araç olduğuna inanışıydı. Bu sebeple kelimelerin çok dikkatli kullanılması gerekmekteydi.

Daha önce belirttiğim Emmanuel Ringelblum’ın yazdığı ‘Notes from the Warsaw Ghetto’sunda arkadaşları ve getto görevlileri için de anagramlar kullanılmaktaydı. Bunun en önemli nedeni notların Naziler tarafından bulunması halinde beladan kaçmaktı. Bu sebeple anlatıcı Erik de anagramları kullanmıştır.

En umutsuz anlarda bile Erik ve İzzy arasında mizahi bir ilişki bir bulunuyor. Bu durum, hikâyeye yeni bir boyut kazandırırken aynı zamanda insanoğlunun zor koşullarda bile dirençli olabileceğini mi gösteriyor? İzzy ve Erik karakterleri hakkında ne söylemek istersiniz?

Karakter üzerine yoğunlaşan bir yazarım. Erik ve Izzy’e hayranım. Bence harika insanlar, hatta ben Varşova Gettosu’nda yaşamaya zorlansam aynı cesarete sahip olur muydum, bilemiyorum. Bu dayanılmaz duruma katlanan birçok insan gibi onlar da ne kadar cesur olduklarının farkında değiller. Bu sebeple onların açısından bakılınca bu roman, bir kahramanlık hikâyesine dönüşüyor.

Ayrıca mizah insanın ne kadar dirençli olabileceğinin kanıtıdır. Primo Levi gibi yazarlardan anılar okuyup, soykırım üzerine yazmak, insanın en zor anlarda bile cesur ve fedakâr olabileceğini gösteriyor.

Bildiğimiz kadarıyla bazı akrabalarınız Nazi kamplarında can verdiler. Bu kitabı yazarken onların hikâyelerinden etkilendiniz mi?

Büyükannem ve büyükbabam Polonya’dan Amerika’ya 1905 yılında göç ettiklerinde geride kardeşlerini, anne-babalarını, teyzelerini, amcalarını ve kuzenlerini bıraktılar. Anneannem, sekiz kardeşini Polonya’da bıraktı ve hepsi ölüm kampı Chelmno’da öldürüldüler. Anneannemin akrabalarından sadece, yeğeni Samuel Michenberg sağ kurtuldu, çünkü savaş başladığında Brüksel’de çalışıyordu. Orada kaldı, tutuklandı ve hapse atıldı, fakat hayatta kalmayı başardı. O ve karısıyla 15 yıl önce tanışma fırsatı buldum. Büyükbabam ve ailemizdeki birçok erkek gibi terziydi.

Türk okuyucularıma verdikleri destek için teşekkür ediyorum.