“İnsanlık denen kavram ile ciddi meselelerim var!”

Bu yıl altıncısı gerçekleştirilen Gila Kohen Yarışması’nda ipi göğüsleyenlerden biri de, ikincilik ödülüyle ‘Kırmızı Pabuçlar’ın yazarı Ayşe Başak Kaban oldu.

Tuna SAYLAĞ
6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kaban öyküsünde, ölümün sıradanlaştığı 80 öncesi yıllarda, babasını faili meçhul bir cinayet sonucunda yitiren genç bir kadının, ruhunda silinmez izler bırakan acısını paylaşıyor.

Yaşı 45’i geçenler için 70’li yıllar gerçek bir travmadır. Herkes bir şekilde, yakından veya uzaktan, yaşananlardan payını almıştır. Mesela ben (ailesi ve tüm öğrencileri) 1979 yılında çok sevdiğim Medeni Hukuk hocamı, Prof. Ümit Doğanay’ı kaybettim. Bugün o acıları yaşayanlar hesap sorma savaşı verirken, ne yazık ki birçok cinayet vakası hızla zaman aşımına uğramak için sırasını bekliyor.

‘Pausehaber’ adlı internet haber sitesinde uzun zamandır köşe yazarlığı yapan Ayşe Başak Kaban ile ‘Kırmızı Pabuçlar’ı konuştuk.  

Ülkemizde 80 öncesi yaşananlar artık tabu olmaktan çıkıp film ve kitaplara konu oluyor; siz siyasete bulaşmadan, öykünüzün kahramanı küçük bir kızın ve sonrasında yetişkin bir evladın ağzından bu acıları en gerçek haliyle ortaya koydunuz. Konu sizde nasıl şekillendi?

Öncelikle çok teşekkür ederim. Konu öyküde geçtiği gibi Kemal Türkler Davası’nın zaman aşımına uğradığı haberi ile şekillendi. Haberde Nilgün Türkler’in isyanı can alıcı noktaydı. Orada isyan eden bugünün Nilgün’ü değildi. Babasının vurulduğu anda 18 yaşında olan kızdı. 

Aslına bakarsanız Kemal Türkler Davası’nı yakından takip ediyordum. Sadece o dava değil; aklınıza gelebilecek hepimizin bildiği tüm faili meçhul dosyalarını, bunun yanı sıra gözaltı kayıplarını ve onlarla birlikte cumartesi annelerinin yıllara yayılan direnişlerini… Gazetecilik yaptığım dönemde, fakülte sıralarında başladı bu tür olaylara ilgim. Ancak sadece siyasi olaylar değil, dünya üzerinde insanların insanlara çektirdiği tüm acılar, uğrattıkları haksızlıklar, yaptıkları işkenceler… Kimin kime yaptığının; dinin, etnik kimliğin hiçbir önemi yok. Benim açımdan önemli olan bir insanın, bir başka insan tarafından haksızlığa uğraması, canın yanması, ruhunun incinmesi… Ötesi mühim değil. Bu konuda algılarım çok açık ve bu tür olaylardan rahatsızlık duyarak etkileniyorum, rahatsızlığı gidermemin en iyi yolu ise yazmak. Evet, bu dünyada yaşanan pek çok şeyden rahatsızım, insanlık denen kavram ile ciddi meselelerim var. 

“İnsanların can acıları toplumun açık yaralarıdır”. Nilgün Türkler’in isyanını tesadüfen televizyonda ben de izlemiştim; en yakınlarını bu şekilde kaybedenlerin yaşadıkları travmayı, adalet tecelli etmediği sürece, atlatmalarının bir yolu var mıdır sizce?

Bireysel mutluluklar olmadan toplumun mutlu kılınabileceğine inanmıyorum. Hele ki faili meçhul bir cinayet veya faili belli olduğu halde adaletin tecelli etmemesi gibi durumlar varsa, o ülke hep kanayacaktır. Toplumun kendi iç huzuru için bu tür davaların çözülmesi, suçluların cezalandırılması gerekir. Bu, hem acıyı en derin şekilde yaşayan aileleri hem de bu olaya şahit olan diğer insanların zihin ve ruh sağlıkları için şarttır. 

Sorunuza dönecek olursak adaletin tecelli etmesi mutlaka aile yakınlarını bir parça olsa rahatlatır ancak yaşadıkları travmayı atlatabilmelerinde ne kadar yardımcı olur bilemiyorum. Tanrı insan evladını müthiş güçlü kılmış; akıl almaz acılarla baş etmeyi öğreniyor insan ama bu tür olaylar nasıl atlatılır, atlatılır mı inanın bilemiyorum. Bizde, “Vah gidene…” şeklinde acımasız bir deyiş vardır. Ölümün çok feci bir şey olduğunu hiç düşünmedim. Kalanların yaşaması, yaşayabilmek için hayata tutunma çabaları, kendilerini onarma süreci ölümden çok daha zor.

Şunu da eklemek istiyorum; Kemal Türkler Davası’nda bu ülkenin adalet sisteminin çöküşüne şahit olduk. Kemal Türkler’i bir kez daha öldürdük ve 18 yaşındaki bir kıza yeniden aynı acıyı yaşattık. Üstelik bunun üzerinde konuşmadık bile. Hepimiz tam da o günlerde patlak veren Wikileaks olayı ile büyülenmiştik. Açık söylemek gerekirse bu beni çok üzdü. 

Sadece Kemal Türkler Davası değil elbette; Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Onat Kutlar, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Metin Göktepe, Ümit Kaftancıoğlu, Sivas Katliamı sırasında yaşamları kaybettirilen değerli insanlar, Hrant Dink ve daha niceleri… Taa Sabahattin Ali’ye kadar uzanan bir süreç; bu insanların öldürülüşleri ile beraber o insanların ait oldukları ailelerin yaşamları… Tüm bu insanların annelerine, babalarına, kardeşlerine, eşlerine ve çocuklarına özür borçluyuz. Özürden ziyade onlara sımsıkı sarılmamız gerekiyor çünkü onlar kahramanların yakınları ve ne yazık ki pek çok şeyde olduğu gibi güzel insanların yerine yenilerini koyamıyoruz. Ve eminim ki, Türkiye’de yaşayan herkes bu insanların çocuklarının gözlerinin içine bakmaya cesaret edemez, acılara ortak olamıyorsak, vicdanımız kanamıyorsa biz de suçlu sayılırız. Gerçeklerin ortaya çıkması için her birimizin onların mücadelesine destek vermesi şarttır. Bu acıyı yok etmese de bir parça bile olsa sızıyı alacaktır.

Geçmişimizle yüzleşmek zorundayız. Hesap sormak zorundayız. Ancak beni tedirgin eden bir noktayı daha söylemeden geçemeyeceğim; bugün 80 dönemi ve bununla beraber darbe zihniyeti ile ilgili bir mücadele veriliyor. Bu çok güzel… Ama şundan korkuyorum; ya bir yerlerde hata yapılıyorsa, ya yirmi yıl sonra bugün Nilgün Türkler’in, Özge- Özgür Mumcu’nun, Sera, Delal, Arat Dink’in, Eren Aysan’ın, Zeynep Altıok’un, Dicle Anter’in, Filiz Ali’nin ve diğer babasızlığa mahkûm bırakılmış çocuklara karşı duyduğumuz utancı bir gün Ahmet Şık ve Nedim Şener’in çocukları için de yaşarsak? Benim vicdanım o kadar güçlü değil; sanırım öyle bir utancı kaldıramam.

Aile bağları, hayvanlar ve İzmir’in hayatınızdaki yerini, öykülerinizden yola çıkarak, sezebiliyorum. Bu konuda neler söylersiniz? 

Ailem pek çok insanda da olduğu gibi benim en değerli hazinem. Kaban olarak dört kişilik bir aileyiz; annem ve iki kız kardeşim. Babamızı dört yıl önce kaybettik. Sarsıcı bir tecrübe oldu hepimiz için. Ailem benim mutluluk kaynağım; onlarla güçlüyüm. Şimdi ise uzun zamandır birlikte olduğum ve aile kuracağım dünya güzeli bir insan ile birlikteyim. Kimliğimi geliştirmemde, yazıya daha çok yönelmemde büyük katkıları var.

İzmir ise… Karşıyakalıyım, 30 yıldır aynı semtte yaşıyorum, gözlerim kapalı dolaşabilirim sokaklarında o derece biliyorum. Benim için İzmir ama özellikle Karşıyaka yuva demek; dünyanın neresine gidersem gideyim müthiş bir hasretle döneceğim yer, bu topraklar olacaktır. Güvenli ve huzurludur…

Babasız kalan ve büyüyen bir ergenin duygu dünyasını çok iyi yansıtmışsınız; bu bağlamda anıların, yaşanmışlıkların öykünüzde payı var mıdır?

Ben dört yıl önce babamı kaybettim. Küçük değildim ve trajik bir ölüm değildi. Hastaydı ve son üç ayında herkes ölüme yaklaştığını çok iyi biliyordu. Ama babası ile mutlu bir çocukluk geçirmiş herkesin bildiği bir şey vardır; babanın ölümü çocukluğun bitmesi demektir. Bana kalırsa yedi yaşında da yetmiş yaşında da babanın ölümü aynı hisleri uyandırır insanda. Ancak söylediğim gibi bir hastalık nedeniyle öldü benim babam, bu bir kaza da olabilirdi; fakat bir cinayete kurban gitmesi bambaşka… Daha önce de söylediğim gibi onunla nasıl baş edilir bilemiyorum. Sadece empati kurdum. Ben bu yaşımda bunları hissettim, daha küçük, çok küçük olsaydım nasıl olurdu diye düşündüm. Babaların yarı tanrı insanlar olduğuna inanıyorum, kimse öyle birinin hayatından çekip gitmesine sevinmez.

Genç, dinamik ve okuru yormayan bir üslubunuz var; edebiyat yolculuğunuzda size hangi yazın ustaları rehberlik ediyorlar?

Benim ilk edebiyat ilahım Sabahattin Ali’dir. Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Eroğlu, Marquez, Dostoyevski, Virginia Woolf beni tetikleyen yazarlardır. Aynı zamanda da onlardan daha iyi yazamayacağımı hissettirip şevkimi kırarlar .

Ayrıca Aslı Erdoğan, Cemil Kavukçu, Ayşe Kilimci ve Ahmet Büke çok keyifle okuduğum, beni benden alan yazarlar. Buket Uzuner’i de unutmamak gerekiyor sanırım. Onunla (kendisinin haberi olmasa da) büyüdüm diyebilirim. Ayşe Kilimci ve Ahmet Büke’ye teşekkürü bir borç biliyorum, okurlarıyım ve her ikisi ile de yüz yüze hiç tanışmamış olsak da bana çok destek olmuşlardır.

Doğrusunu söylemek gerekirse kimseye benzemek gibi, daha iyi olmak gibi bir derdim yok; bu dünya ile bu ülke ile ilgili meselelerim var ve rahatlamamın tek yolu yazmak. 

Gazetecilik yaparken yazmayı hiç düşünmüyordum, ne zaman mesleği bıraktım o zaman başladım. Yazmak benim için bir tür tedavi. Son noktayı koyduğumda kendimi hafiflemiş hissediyorum. Kendim için yazıyorum ama birileri okusun da istemiyor değilim.

G.K. Öykü Yarışması’nı daha önceden duymuş muydunuz; ikincilik ödülünüzle çevrenizden nasıl tepkiler aldınız?

Gila Kohen Öykü Yarışması’ndan çok uzun zamandır haberim vardı, nasıl olmasın ki… Bu ülkede düzenlenen en saygın yarışmalardan biri olduğuna inanıyorum. Özellikle Gila Kohen gibi güzel bir insanın adına alınan bir ödül beni çok gururlandı. (Yazmaya sevdalı ve bir gün mutlaka bir kitap, mümkünse pek çok kitabı yayınlasın isteyen bir yazar adayı olarak çevremde konu ile ilgili ulaşabildiğim herkes bana, “Yarışmalara katıl ancak fazla umut besleme,” demişti. Gila Kohen Öykü Yarışması bana şunu ispatladı evet, bu yarışmada torpil yok!) Ayrıca ödül töreni benim gibi emekleyenler için çok motive ediciydi; kendime güvenim geldi. Doğrusu ben o tuhaf insanlardan biriyim. Ailem, sevgilim ve çok yakın birkaç arkadaşım dışında ödül aldığımdan kimseye bahsetmedim. “Ben bunu yaptım, bak ödül aldım,” diyemedim . Ama çabalarımın karşılıksız kalmamış olmasına sevdiklerim benden çok daha sevindi. Bu arada size ama özellikle Eti Hanım (Varon) ve arkadaşlarına yeniden çok teşekkür ederim. Müthiş bir onur yaşattılar bana...