Tarihin Sonuna karşı ‘Tarihin Başlangıcı’…

SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi ardından Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlığını ilan etmeleri ile 1991 yılında Birlik dağılmaya başladı ve önemli bir tarihi devin yıkılışı gerçekleşti. Soğuk Savaş döneminde Sovyet ekonomisinin tamiri imkânsız yaralar alması, bu felaketi tetikleyen en önemli unsur oldu.

Süzet DALVA Diğer
22 Haziran 2011 Çarşamba

SSCB’nin yıkılması ile komünist dönem sona erdi ve kapitalizmin zaferi gündeme geldi. İşte bu dönemde Japon asıllı Francis Fukuyama yayınladığı 45 sayfalık makalesindeki ‘tarihin sonu tezi’ ile uluslararası politikaya damgasını vurdu. Ancak 2011 yılına geldiğimiz zaman Ortadoğu’daki isyanlar ve Çin’in yeniden yükselişe geçişi ünlü araştırmacı profesörü yeni bir fikir ile tarih sahnesine çıkardı. Fukuyama bu karmaşık dönemde ‘tarihin sonu’ yerine ‘tarihin başlangıcı’ tezini savunarak uluslararası kamuoyuna neyi açıklamak istiyor?

Suzet DALVA

1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yıkılmasından sonra, Soğuk Savaş dönemi sona erdi. Elli yıllık Soğuk Savaş serüveni sona ererken uluslararası alanda pek çok akademisyen ve politikacı Soğuk Savaş sonrası dönem için farklı teoriler ortaya attı. Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ ve globalleşme teorileri, Barrington More’un demokrasi arayışı, John Rawls ve Jürgen Habermas’ın demokrasi yolunda istikrar arayışı ve Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin sonu’ tezi belirli bir dönemde dünya politika tarihinde büyük yankılar uyandırdılar.

Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin sonu’ tezi, ‘Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sosyalizm yarışı kaybetmiş, yerine kapitalizm liderliği almıştır’ fikri ile uluslararası sempozyumların vazgeçilmez konusu olmuştu. Fukuyama’nın ünlü tezi özellikle Sovyetlerin çökmesinden sonra sona eren iki kutuplu düzenin yerine, artık insanoğlunun en iyi düzen olarak Amerikan liberalizmini benimsemesi ve liberal düzende insanın düzen arayışının artık sona ermesini iddia etmekteydi. Çünkü bundan daha iyi bir düzen artık yoktu.

Japon asıllı Francis Fukuyama, ABD’de doğmuş bir bilim adamıdır. Fukuyama, duvarın çökmesiyle ortaya çıkan sosyalist sistemlerin başarısızlığını yazarak tezini en iyi şekilde savunmayı başardı.  Yazdığı 45 sayfalık ‘Tarihin sonu’ başlıklı makale ile milliyetçilik, faşizm ve komünizmden bahseder ama bunları ölü ideolojiler olarak yorumlar.

Liberal düşünceye rakip olan Almanya, İtalya ve Japonya faşizmleri, fikir ve maddi olarak yenilgiye uğradılar. İnsanlar bu ideolojilerin sosyo-politik yaşamları yüksek refah düzeyine eriştiremeyeceğini anladılar. Böylece, Sovyet Komünizminin yıkılması ile insanların kendilerini nasıl organize edecekleri sorusu aydınlanmış oldu. Fukuyama, liberal demokrasiye alternatif bir ideoloji çıkmaması nedeni ile “Liberal demokrasi, insanlığın ulaştığı en son ve en iyi medeniyettir” fikri ile devrim yarattı. Fukuyama’ya göre savaşlar ve devrimler devam edecek ancak sahnedeki tek oyuncu liberal demokrasi olacak ve ABD tek kutuplu bir düzenin lideri olarak siyaset yapmaya devam edecekti.

Yeni Dünya Düzeni arayışında liberalizmin ve demokrasinin en başarılı sistemler olduğunu iddia eden Fukuyama, bir süre dünya politika tarihinden uzak kaldı. Ancak Ortadoğu’da baş gösteren ayaklanmalar Fukuyama’da yeni kıvılcımlar ortaya çıkmasına sebep oldu ve kendi yarattığı ‘Tarihin sonu’ tezine karşılık ‘Politik Düzenin Başlangıcı’ (The Origins of Political Order) adı ile yeni bir kitap yazdı. ‘Tarihin sonu’ ile dünya sahnelerine damga vuran Fukuyama bu kez hükümetlerin ve politikalarının nereden geldiğini araştırmaya başlayarak akademik hayata geri döndü. Tarihin sonu tezinden, toplumların başlangıcı fikrine sıçrama yapan Fukuyama, ilk önce yarattığı tezin de başarısızlığının farkına vararak kaynayan Ortadoğu kazanına bir katkıda bulunabilmek için yeni bir fikir arayışına girdi. Bu arayışta toplumların özüne inmek gerektiğini anladı. Ona göre ilk sosyal devrim göçebe hayattan yerleşik hayata ve kabile yaşantısına geçerek başladı. İkinci sosyal devrim olan savaşlar, toplumların kabileden devlet oluşumuna geçmesine ön ayak oldu. Kabileler lider öldükten sonra dağılma riski taşıdığı için devlet olmak daha istikrarlı bir yapıyı ortaya çıkarıyordu. İnsanlar daha katı kurallara sahip devlet düzenine geçerek yaşam güvencesini elde ettiler. Fukuyama’ya göre devlete geçiş sırasındaki en önemli etkenler; coğrafya, tarih ve bazı devlet unsurlarının dengelenme süreciydi. Bu unsurların dengeyi bulmasındaki farklılık Çin, Hindistan, İslam Dünyası ve Avrupa’da farklı devlet anlayışlarının gelişmesine neden oldu. Kabilelerde rüşvet ve kayırma ön planda iken devlet, kurallar zincirinden oluşarak insanların buna uymasını gerektiren yaptırımlara sahiptir. Fukuyama, Çin’deki Qin Hanedanlığı’nı örnek göstererek, bu devletin kalıcı olmasını sadık bir yönetim sınıfına bağladı. Avrupa’da binlerce yıl ön planda olan kabilelerin ardından ortaya çıkan feodal düzen ve krallıklar hep hukuk sistemi tarafından denetlendi. Katolik kilise tarafından geliştirilen dini kanunlar ise en önemli denetleyici kurumdu. Fukuyama araştırmasında ayrıca Hindistan’ın siyasal evrimini araştırıyor ve oradaki katı sosyal sınıf politikalarına vurgu yapıyor. Daha sonra İslam’da Halifeliğe değinerek Hz Muhammed’in liderliğinde oluşan güçlü Arap devletinden bahsediyor. Devlet kurumları oturduğu zaman, insanlar onlara bazen dini, bazen de toplumsal bir değer biçiyor. Fukuyama’ya göre devlet kurumlarının insanlarla birleşmesi, istikrarın sağlanması açısından evrimsel bir önem taşıyor. Ancak bu sabit kurumlar aynı zamanda toplumların yavaş değişmesinin de bir nedeni. Bu fikre örnek olarak da az gelişmiş ülkelerin fakirliğini yeterince kaynaklara sahip olmamalarına değil, etkin siyasi kurumların eksikliğine bağlıyor. Ayrıca kanunların üstünlüğünü kabul eden kurallar olamamasını, ülkelerin yeterince hızlı büyümesini engelleyen en büyük unsur olarak kabul ediyor.

Fukuyama, kaynayan Ortadoğu kazanını ve halk ayaklanmalarını, toplumların başlangıcına giderek açıklamaya çalışıyor. İslam ile demokrasinin uyum içinde olabileceğini söylüyor. Ancak despot liderler devletlerin işleyişini yavaşlatıyor, siyasal partilerin siyaset yapmasını engelliyor ve sivil toplumu yıpratıyor. Libya, Mısır, Yemen ve Tunus’ta meydana gelen olaylar domino etkisi gibi tüm Ortadoğu’ya yayılıp bölgeyi kasıp kavurabiliyor. Bu nedenle Fukuyama’nın da dile getirdiği gibi güçlü devlet kurumlarının olduğu ortamlar namuslu ve karizmatik liderlerle pekiştirilip rüşvetin ve iltimasın az olduğu sistemlerde ancak demokrasi gerçek anlamda işleyebilir.