Festivalde İsrail Sineması

Kaliteli dört filmiyle İsrail sineması 30. İstanbul Film Festivali’nde başarıyla temsil edilmiş oldu. Evrensel olabilmeyi başaran Eran Riklis ve İsrail’in Michael Moore’u Daron Tsabari’nin filmleri festivalde beğenildi. Lübnan’daki bir insanlık dramını anlatan Kanada filmi “İçimdeki Yangın” festivalde izlediğim 50 film arasında en etkileyici olanıydı. Tüm yaş gruplarına hitap eden “Kadın İsterse” komedisi festivalin en seviyeli “kendini iyi hisset” filmiydi.

Viktor APALAÇİ
21 Nisan 2011 Perşembe

Festivalin ikinci gününde gösterilen İngiltere-İsrail-Fransız ortak yapımı “Miral” barışın hâlâ mümkün olduğuna inanan tüm İsrailli ve Filistinlilere adanan çizgi dışı bir filmdi.

Filistinlu Rula Jabrael’in özyaşamsal öyküsünden alınan film, 1948’de başlayan 50 yıllık öyküsünde Kudüs’teki bir yetimhaneyi anlatıyordu.

Julian Schnabel’in mükemmel bir sinematografi eşliğinde yönettiği filmde İndifada’nın örgütlenmesi de var, suikast teşebbüsleri de var, Oslo’daki barış görüşmelerine iyi niyetle, umutla yaklaşanlar da var, Rabin de vardı.

EVRENSEL OLABİLMEYİ BAŞARMAK

Eran Riklis sinemasının en önemli özelliği filmlerinde İsrail’deki bir olay örgüsünden hareketle evrensel olabilmeyi başarabilmesidir. İstanbul Film Festivalleri aracılığıyla tanıdığımız bu 57 yaşındaki sanatçı, aynen eski filmleri “Limon Ağacı” ve “Suriyeli Gelin”de olduğu gibi, İsrail’in bu yıl Oscar adayı filmi “İnsan Kaynakları Müdürü / Shlihuto Shel Ha’memuneh Al Mash’abei Enosh”ta evrensel bir konuyu işliyor.

Küçük insanların yaşantasını işlemedeki başarısını kanıtlamış Riklis bizlere, Küdüs’ün en büyük fırınının insan kaynakları müdürünün bir işçisinin ölümünden sonra yaşadıklarını anlatıyor.

Eşinden ayrılmış, kızıyla arası kötü ve nefret ettiği işinde sıkışıp kalan müdürün, bir intihar saldırısından ölen göçmen bir elemanının ölümünden sorumlu tutulmasını izliyoruz. Sahipsiz kalan cesedi ülkesinde gömülebilmesini sağlamakla görevlendirilen müdür, hayırlı bir iş yapmak üzere kadının geçmişini araştırır.

Rumen kadının tabudunu köyüne ulaştırmak için İsrail’den Romanya’ya uzanan yola, kadının yeniyetme isyankâr oğlu, iki diplomat ve bir gazeteciyle birlikte çıkar.

A. B. Yeshua’nın romanından alınan film, 1950’li yıllarından kalma bir kamyonetle yola çıkan grubun Romanya’nın kârlı iklimindeki maceralı yolculuğunu anlatıyor.

Riklis olayın başkahramanının zoraki aldığı görevin çekiciliğine kapılmış. “Belirsiz olsa da görevi sonradan onun bir parçası haline geliyor; kişisel olduğu kadar ulusal, bedensel olduğu kadar duygusal da bir yolculuk çıkılan. Asıl görev, ölüm yoluyla yaşamı araştırmak ve bulmak. Bu nedenle ben de müdürün, ölü kadının ve diğer gezginlerin yolculuğuna eşlik ettim; yolun sonunda insanoğlunun şimdiki, geçmişteki ve yarınki haline dair alçak gönüllü ve anlamlı bir düstur bulacağımı ümit ettim.” diyor yönetmenimiz.

LÜBNAN’DA BİR İNSANLIK DRAMI

Lübnan’daki iç savaşın en karanlık anlarını irdeleyen, Wajdi Mouawad’ın tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan “İçimdeki Yangın / Incendies”, Oscar’larda ve Altın Küre’de En İyi Yabancı Film dallarında aday gösterildi.

Kanada sinemasından gelme bu yürek burkucu trajedi, “Politechnique” (2009) filminden tanıdığımız 44 yaşındaki yazar-yönetmen Denis Villeneuve’ün dördüncü uzun metrajlı filmi.

Senaryosu Villeneuve tarafından yazılan film, iki kardeşin annelerinin acılı geçmişine ışık tutacak bir yolculuğa çıkmalarının, rahatsız edici ve çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya gelmelerinin öyküsü. Günümüzün en yetenekli Quebec’li yönetmenlerinden biri sayılan Villeneuve, tıkır tıkır çalışan gerilimli bir sinematografi eşliğinde, savaşın en ağır bedellerini kadınların ve çocukların ödediğini gözlere seriyor. 70’li yıllarda Lübnan’da Müslüman ve Hıristiyanlar arasında, dini çekişmelerden ve milliyetçilikten beslenen iç savaşta, Nawal adlı talihsiz bir kadının çektiği acıları film, mükemmel bir kurguyla, geri dönüşlerle anlatıyor.

Nawall vasiyetinde, ikiz çocuklarına Lübnan’da kalan babalarını ve mevcudiyetinden hiç bahsetmediği ağabeylerini bulmalarını ister. Jeanne ve Simon, cinsiyetine yönelik ortaçağdan kalma kuralların altında ezilen annelerinin geçmişini keşfetme yolculuğuna çıkarlar.

Dinlerin yüzyıllardır gerçek anlamda iç içe yaşadığı Ortadoğu’da hakların malum sebeplerle birbirini yemesi, filmdeki dönemden bugüne tüm şiddetiyle devam ettiği filmde görülüyor.

Ari Folman “Beşir’le Vals” filminde Hıristiyan lider Beşir Cemayel’in öldürülmesinin bir katliama yol açtığını anlatıyordu. “İçimdeki Yangın”ın kadın kahramanı Nawall de, bir Hıristiyan  lidere suikast yapınca yazgısı değişiyor.

Film, silahların konuştuğu Lübnan’da savaşın vahşetini kadınsı bir şiirsellikle aktarıyor.

Festival programındaki 230 filmden 50’sini izledim. İçlerinde beni en çok etkilendiren film “İçimdeki Yangın” oldu.

HERKESİN SEVGİLİSİ BİR KOMEDİ

Bulvar komedi oyunlarının güçlü temsilcileri Barilet ve Gredy’nin aynı adlı tiyatro oyunundan alınan “Kadın İsterse / Potiche” herkese ve tüm yaş gruplarına hitap eden bir “kendini iyi hisset” filmi.

Bu filmde yaygın komedi anlayışına geri dönen, Fransız sinemasının harika çocuğu François Ozon, baştan sonra keyifle izlenen, ibret verici, çılgın tempolu bir komedi filmi yapmış.

İsmini Fransızca’da “belirli bir kullanım aracı olmayan dekoratif obje, kendi kişiliği olmayan kimliksiz kadın” sözcüğünden alan film, 1977’de geçen konusuyla, varlıklı bir burjuva ailesini anlatıyor.

Kayınpederinden kalan şemsiye fabrikasında, çocuklarına ve işçilerine gaddarca davranan, metresleriyle gönül eğlendiren Robert’in (Fabrice Luchini) en büyük şansı, uysal, evden çıkmayan, problem yaratmayan karısı Suzanne’dir (Catherine Deneuve).

İşçiler greve gidip Robert’i rehin alınca, Suzanne fabrikayı işletmek üzere işleri ele alır ve beklentilerin aksine, işinin ehli ve iddialı bir kadın olduğunu ispat eder. Gençlik aşkı, belediye başkanının (Gerard Depardieu) devreye girmesiyle işler büsbütün karışır.

Siyaset, kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri hakkınde ince mesajlar veren film, kadının ataerkil bir toplumda da çok şeyi değiştirebileceğini, özgürlüğüne kavuşabileceğini kanıtlıyor.

Sınıf çatışmalarının daha belirgin olduğu 1970’li yıllarda geçen konusu ile filmde, François Ozon bugünün toplumu ve siyasi iklimiyle o dönem arasında pararellik kuruyor, kadınların sorunlarıyla, onlara karşı takılan tavırların son otuz yılda pek de değişmediğini gösteriyor.

Görkemli oyuncu kadrosunda, eski tüfeklerden Catherine Deneuve ile Gerard Depurdieu nefis bir dans gösterisi sunuyor. Deneuve güzel sesiyle hayranlarını şaşırtıyor.

İSRAİL’İN MİCHAEL MOORE’U

“İsrail bürokrasisine açtığı savaşla ünlenen belgesel ustası Daron Tsabari’nin 7 yıllık çabasının ürünü olan “Devrim Dersleri / Hamadrich Lamahapecha” 30. festivalin Belgesel kuşağının en çok alkış alan filmi oldu.

Birçok sivil toplum örgütünün üyesi olan Tsabari bu filminde İsrail devlet televizyonundaki yolsuzluklara karşı açtığı savaşı ve yeni bir kamu yayıncılığı yasasının meclisten çıkması için giriştiği ibret verici mücadeleyi anlatıyor.

Kadın berberi olan annesinin “Bir baltaya sap olamadın, değirmenlere saldıran Don Kişot gibi hayatını boşa harcıyorsun” eleştirilerine rağmen, ihmal ettiği karısının kendisini terketmesine rağmen, işini ve belki saygınlığını kaybetme tehlikesine rağmen, Daron Tsabari bildiği yoldan şaşmadı.

İsrail Kamu Yayınclığı Kurumu’nun (politikacılarının desteğini arkasına alan) prensleri ve derebeylerini devirerek “kamu”yu kurumuna geri getirme mücadelelerini mercek altına alan filmde Tsabari’nin yolsuzluk ve katı kurallara karşı duruşuna tanık oluyoruz. Yolundaki en büyük engel pis, zehirli, ateş kusan bir ejderha: Siyaset.

Yedi yıllık çabası sounnda, başbakan tarafından atanan kurum genel müdürünü istifaya zorlayan, eleştirdiği denetim kuruluna üye olarak atanan Doran Tsabari’nin başarı öyküsünü izliyoruz.

“Devrim Dersleri” İsrail’deki demokrasinin gücünü sergileyen, İsrail toplumuna ve siyasetine aynı tutan, aynı zamanda sinema ve gücü hakkında sürükleyici bir film.

Kesin bir zaferle neticelenen uzun bir mücadelenin öyküsü olan film, bazen melodrama kaçsa da komik durumlar da içeren bol ödüllü bir belgesel.

İsrailli ve Filistinli sinemacıları biraraya getiren “Kahve ve Gerçekle Hayat Arasında”, kahvenin Ortadoğu kültürel kimliğinin ve sosyal gerçekliğinin bir parçası olduğu ve farklı insanlar arasında bağ kurduğu varsayımından hareket eden bir film.

Belgesel türünde sekiz filmden oluşan “Kahve...” Tel Aviv Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nün desteği ile gerçekleşmiş.