Para savaşları eskisi ve bugünü

Küresel ekonomik krizin yaralarının yavaş yavaş iyileşmeye başladığı günümüz 1930’ların ekonomik buhranı sonrası durumu ile benzerlikler taşıyor. İşsizlik halen yüksek oranlarda ve toplumların sosyal yapılarını tehdit ediyor. 1929 krizini dünyaya yaşatan hatalardan ders alıp durumu düzeltmeyi başaran karar vericilerin, şimdi popülist - ulusalcı politikalar izleyerek durumu yeniden içinden çıkılmaz bir hale sokmaları gerçekten yazık olacaktır…

Perspektif
6 Nisan 2011 Çarşamba

Haziran 1933’te 66 ülkeden temsilciler Londra’da ‘Dünya Ekonomi Konferansı’ çerçevesinde toplandılar. Bu toplantı, katılımın zenginliği açısından, 1919 Paris Barış Görüşmeleri’nden bu yana rastlanan en büyük buluşmaydı. Bir kral, sekiz başbakan, 20 dışişleri bakanı ve 80’den fazla hükümet üyesi ve merkez bankası yetkilisi, üç senedir dünyayı etkisi altına almış büyük ekonomik krizi tartışmak için bir araya gelmişlerdi.

Krizin en çok etkilediği Almanya ve ABD’de işsizlik oranı yüzde 30’un üzerine çıkmıştı. İngiltere ve Londra’ya sıkı bir şekilde bağlı bazı başka Avrupa ülkelerinde altın standardı 1931 sonlarında terk edilmiş, para dalgalanmaya bırakılmıştı. Büyük bir banka krizine giren Almanya, aynı tarihten itibaren, barış anlaşmalarının öngördüğü borç ödemelerini askıya almış ve döviz ile sermayeyi ciddi takibe almıştı. Amerikan Başkanı Hoover’ın yönetiminin son günleri için öngörülen toplantının amacı, önemli şekilde hasar görmüş uluslararası finans sistemini, ortak bir çaba ile sağlıklı hale getirmekti. Ancak yeni ABD Başkanı Roosevelt, yönetimi devraldıktan sonra, önceliğinin Amerikan ekonomisini yeniden ayaklandırmak olduğunu ifade etmişti… Uluslararası sorunlar onun için ikincil karakterdeydi.

Roosevelt, yönetiminin ilk ayında Amerikan bankacılık sistemini stabil hale getirdikten sonra, ülkesini tıpkı İngiltere gibi altın standardından çıkarır. İşte Londra Konferansı tam da o anda toplanır: Dolar hızla değer kaybetmekte, para piyasalarında gerçek panik yaşanmaktadır. Amerikan ve İngiliz siyasi erki adeta kendi ülkelerindeki sorunların üstesinden gelmek için diğer Avrupa ülkelerini duvara sıkıştırmışlardır. Toplantının başladığı tarihlerde, Avrupa’nın ekonomi kurmayları dövizde görülen hareketlenmelerin bir dengeye oturması için çaba göstermekteydiler.

İşte böylesi bir iklimde, Başkan Roosevelt, toplantıya önem vermediğini açıkça ifade edercesine, tatile çıkar ve Londra’ya ehil kişilerden oluşmayan bir delegasyon gönderir. Heyete eşlik eden birkaç ekonomi kurmayı, Avrupalı yetkililer ile birlikte finans piyasalarındaki dalgalanmaların üstesinden gelmek için çaba sarf ederler. Tam bir anlaşmanın sağlanması gündeme gelmişken, Roosevelt yayınladığı bildiri ile doların serbest dalgalanması önüne konulacak kısıtların, Amerikan ekonomisinin toparlanmasına engel oluşturacağını söyler. Roosevelt’in sertleşen davranışları ve döviz kurlarının sabitlenmesi yönünde yapılan çalışmaları “uluslararası bankerlerin eski fetişleri” olarak nitelendirmesi, Londra’da bomba etkisi yaratır. Toplantıdaki liderler, beyanatı çözüm odaklı olmayan, bencil ve aşağılayıcı bulurlar. Konferans, katılımcılar arasında derin güvensizlik izleri bırakacak şekilde, bir sonuca varmadan dağılır.

Buna karşılık Roosevelt’in doları dalgalanmaya bırakan ve serbest bir şekilde düşmesine izin veren tercihi, Amerika’da kredi şartlarının iyileşmesine ve iç talebin artmasına önayak olur. Amerikan ekonomisi böylece birkaç sene içinde düze çıkar. Londra Konferansı, Amerika’nın dünyada olup bitenlere sırtını döneceği ve uluslararası çabalara rağbet etmeden kendi sorunlarını kendisinin çözeceği bir dönemin başına işaret eder. Bu, küreselleşme arzularına set çekecek önemli bir dönüm noktası olacaktır.

LONDRA KONFERANSI’NDAN 2010 SEUL ZİRVESİNE

2010 yılında Seul’da yapılan G-20 toplantısı ‘döviz savaşları’ çerçevesinde sıcak tartışmalara sahne olurken, geriye bakmak ve 1933 Londra Konferansı’nı hatırlamamak mümkün değildi. Tıpkı o zamanlarda olduğu gibi, ülkeler birbirlerini döviz manipülasyonları yapmakla suçluyorlardı. Haberler, Washington’u doların değerini aşağıya çekmekle ve bu konuda bencil bir davranış sergilemekle suçlayan beyanatlarla doluydu. Öte yandan, Amerikan muhafazakârları doların dibe doğru seyrine ses çıkarmayan ekonomi kurmaylarını ve siyasileri yerden yere vuruyordu. Konuyu ortak bir temele dayandırıp herkesi tatmin edecek bir sonuca varmak için yapılan girişimler ise bloke ediliyordu. 

Küresel krizin kapısının aralanmaya başladığı 2007 yılından itibaren ekonomi analistleri ve yorumcuları, yaşananlarla 1929 büyük krizi arasında paralellikler kurmaya başlamışlardı bile. Her iki örnekte de, sıkıntının hemen öncesinde bir ‘kolay kredi – karşılıksız borçlanma’ dönemi yaşanmıştı. O dönemlerde çöküş borsalarda baş gösterirken, şimdilerde sıkıntı gayrimenkul piyasasında hortlamıştı... Her iki durumda da, talep balonunun kontrolsüz şişmesi bankacılık ve finans sektörünü yerle bir etmişti. Verilen kredilerin geri dönmemesi sonucu ekonomik göstergelerde büyük sapmalar yaşanıyordu.

20. yüzyıldaki savaşlar arası dönemde yaşanan büyük krizin temelinde bankacılık sisteminin sağlıklı bir şekilde yürümemesi vardı. O dönemlerde ekonomi politikalarına yön verenler, dengesiz döviz kurları, cari işlemlerdeki açıklar ve korumacılıkta görülen korkutucu artışla karşı karşıyaydılar. Seul toplantısının gösterdiği gibi, sorunların temelinde değişen pek bir şey yok. İki savaş arasındaki sorunlardan alınacak dersler, 2011 yılında ekonomi dünyasına yön verenler için son derece önemli. Küresel dengesizlik neden bu kadar sıkıntı yarattı? 1929’da yaşananlar göz önünde tutulursa, neler yapılmalıdır ya da neler yapılmamalıdır? Döviz kurları konusundaki tartışmalar spekülatif amaçlı mı, yoksa bir rekabet durumunu mu gösteriyor? Ya da, döviz kurları ve para politikaları etrafında yaratılan fırtınalar gerçekte, bazılarının kurtuluşlarını diğerlerinin üzerinden gerçekleştirme arzularını örtme çabası mı?

KÜRESEL EKONOMİ LİDERİ

Ekonomi tarihçisi Charles Kindelberger 1970’lerdeki yazılarında, kriz dönemlerinde, ülkelerin kurtuluşlarını diğerlerinin üzerinden gerçekleştirme arzusunun çok baskın olduğunu söyler. Bu arzu öylesine büyük bir merkezkaç kuvvettir ki, küresel ekonomi ancak, herkes panik havası içindeyken, bir ülkenin lider olmayı – gerekli sermayeyi vermeyi – kabul etmesi ile işler durumda kalır. Kindelberger’e göre bu lider, sistemin dengede kalmasında öylesine söz sahibi olmalıdır ki, kendi hakkına düşenden çok daha fazlasını yapacak arzusu olsun.

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, küresel ekonomi Büyük Britanya’nın bu liderliği kabul etmesinden dolayı sorunsuz akıp gidiyordu. Ancak İngiltere, savaştan neredeyse iflas etmiş bir şekilde çıkmasından dolayı artık bu işlevini yerine getiremez olmuştu. 1918 yılından itibaren liderlik ABD’ye geçmişti. Ancak o dönemlerde Amerikan siyasetine yön verenler bu fırsatı kullanamayacak kadar dar görüşlüydüler. Dolayısı ile 1920’li ve 1930’lu yıllarda Londra liderliği yürütemeyecek haldeyken, Washington isteksiz bir davranış sergiliyordu. Büyük ekonomik kriz, böylesi bir liderlik boşluğunu fırsat bilmişti.

1945 yılından itibaren, Amerika iki savaş arasındaki hatalarının bilincinde bu liderliği yapmaya karar verir. Dünya ne zaman ekonomik bir krize aday olsa, Amerika hemen kendi dinamiklerini devreye sokmaya başlar. Ancak bugün gelinen noktada sıkıntı büyük: Amerika kendi ekonomisinin içinde büyüttüğü sıkıntılarla baş etmek zorunda: Cari işlemlerdeki açık, bankacılık sistemindeki sorunlar, dış politikalarında attığı yanlış adımların yansımasından dolayı, artık Washington tek başına liderlik yapma niteliğini yitirmiş gibi görünüyor. Bu liderliği tek başına başka bir ülkenin de alması olası değil. Çin bir yere kadar, yarattığı taleple bu liderliği üstlenmeye aday olabilir. Son dönemlerde birçok Avrupa ekonomisini zordan kurtardığı bir gerçek. Ancak ticarete olan bakışı ve dinamiklerini ihracata dayandırması, bunu yaparken de ithalat ayağını neredeyse tamamen yok sayması, Çin’in liderliğe giden yolda pek de şansı olmadığını söylüyor.

Böylesi büyük krizlerde küresel ekonomiyi dengeye getirecek şok tedavisini yapacak lider yoksa, değişik bir mekanizma var mıdır? Kindelberger’in korkularının aksine, umulan, ülkelerin birbirleri tarafından dürtülmesi ve bu yolla piyasaların açılmasıdır. Bu G-20’lerin başarısı olacaktır. 2008 yılında Washington’da toplanan G-20 zirvesi, krizdeki bir senenin sonunda mekanizmanın işlediğini gösterdi. 2010 Seul Zirvesi ise, aynı mekanizmanın limitlerini ortaya koyması açısından belirleyici oldu.

Küresel ekonomi 80 yıl önceki büyük sıkıntıya düşmedi bu kez. Bunun nedeni, ülkelerin doğru makroekonomik politikalar uygulamaları, bankacılık sistemlerini reabilite etmeleri, faizleri neredeyse sıfırlamaları oldu. Bunu yaparken kendilerine yardımcı olan en önemli etken, eski dönemlere göre çok daha esnek bir yapıya sahip finansal sistemdi. 1920’lerde, ülkeler ekonomilerini deli gömleği içine kapatmış altın standardına bağlıydılar. Denilebilir ki, 1920 bunalımı, bugünkü karar alıcılara ne yapılmaması gerektiği konusunda önemli bir vaka çalışması oluşturdu.

İyileşmenin kök salmaya başladığı bu dönemde, bu kez 1933’ler sonrasının durumu ile günümüz arasında benzerlikler kurulmaya başlandı. İşsizlik halen yüksek oranlarda toplumların sosyal yapılarını tehdit ediyor. Birçok endüstri sektörü talep darlığından, dolayısı ile kapasite fazlasından şikayetçi. Buna ilaveten dövizdeki baskı giderek artan bir trende girmiş durumda. 1929 krizini dünyaya yaşatan hatalardan ders alıp durumu düzeltmeyi başaran karar vericilerin, şimdi popülist - ulusalcı politikalar izleyerek durumu yeniden içinden çıkılmaz bir hale sokmaları gerçekten yazık olacaktır…

Liyakat AHMET

Derleyen: Marsel RUSSO

(*) Liyakat Ahmet yazdığı “Lords of Finance: The Bankers Who Broke the World” adlı kitabı ile 2010 yılı Pulitzer Tarih Ödülünün sahibi olmuştur. (Foreign Affairs – Mart Nisan sayısı)