/Duru Tiyatro’da ‘Sondan Sonra’

Erdoğan MİTRANİ
15 Aralık 2010 Çarşamba

“İyilik adına gücünü kullanmak, toplumsal ya da bireysel süreçte faşizmi yaratır”

Tiyatrocu bir anne-babanın oğlu, 5 Mart 1970 İstanbul doğumlu Emre Kınay, MSÜ Tiyatro Bölümü mezunu. 2006 Afife Tiyatro Ödülleri, ‘Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu’ (Kara Sohbet) ve 23. İstanbul Film Festivali ‘En İyi Erkek Oyuncu’ (İnşaat 2004) ödülleri var. Lisansüstü ve doktora hazırlıklarının yanı sıra Dostlar Tiyatrosu, Bakırköy Belediye Tiyatroları gibi topluluklarda görev yaptı, çeşitli sinema filmi ve televizyon dizilerinde rol aldı. Tiyatro eğitimi sırasında çocuklarla başlamış olduğu eğitmenliğe aralıklı da olsa devam ediyor.

Kınay’ın 2005 yılının Mart ayında, kızının adını vererek kurduğu Duru Tiyatro, beşinci yılında Mart 2010’dan beri Dennis Kelly’nin After the End / Sondan Sonra oyununu sergiliyor

Çok çocuklu İrlandalı bir ailede 1970’de Londra’da dünyaya gelen Kelly, 16 yaşında okulu bırakmış. Süpermarkette çalışırken semtteki gençlik kulübü ortamında tiyatroyla ilgilenmeye başlamış ve Goldsmiths College’da tiyatro eğitimi görmüş. İlk oyunu Debris’i yazdığında 30 yaşındaymış. After the End ise ilk kez 2005’de Londra oynanmış.

Sığınakta iki insan: Mark ile Louise. Nükleer saldırıda binalar çökmüş, herkes ölmüş, her yanı radyoaktif toz bulutu kaplamıştır. Mark bu saldırıdan Louise’i bin bir güçlükle sığınağa taşımıştır. Mark’ın, bu konuda kendisiyle çok alay edilmesine rağmen yapmış olduğu sığınakta yiyecek, ranza, radyo gibi kısıtlı olanaklar vardır. Faşizan sözleri ve söylediklerini yapmadığı takdirde kendisini aç bırakmakla tehdit etmesi yüzünden Mark’tan korkan Louise onunla birlikte bu sığınakta hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Acaba dışarısı ne durumdadır? Gerçekten her şey Mark’ın anlattığı gibi midir? Louise sığınaktan kurtulabilecek midir? …

Oyunun konusu ilk başta, William Wyler’ın 1965 tarihli John Fowles uyarlaması ünlü The Collector filmini uzaktan uzağa anımsatıyor. İlk yarım saatten itibaren, Mark’ın da Collector gibi Louise’e aşık olduğu, delice kıskandığı ve aşkına karşılık bulamayınca, savaş sonrasını bahane ederek onu bir sığınağa kapattığı ve kendisine muhtaç hale getirdiği hissediliyor. Duruma kadın erkek ilişkileri çerçevesinde bakıldığında SondanSonra, amacı uğruna her yola başvurmaktan çekinmeyen bir erkeğin, gücünü kullanarak bir kadını elde etme mücadelesi olarak algılanabiliyor.

Yönetmen Emre Kınay, yorumunu böyle bir çerçevede kısıtlamaktansa, haklı olarak, iktidar ilişkisini sadece mikro değil, makro düzeyde de ele almayı yeğlemiş ve bir yandan oyunu ‘gücü elinde tutanla elinde gücü olmayan’ın mücadelesi olarak yorumlarken, diğer yandan da dünyada ve özellikle ABD’de 11 Eylül saldırısı ile gelişen terörizm paranoyasını ve bu olayla birlikte artan faşizan eğilimleri ele almış:

“Bu saldırıyı yapanlar mutlaka sakallıdır. Bizimki gibi güçlü toplumlar dünyadaki zayıf toplumları onların iyiliği için kontrol etmeli. Biz gücümüzü yeterince iyi kullanmadık. Teröristlere daha katı davranmak şart.”

“Şerden kendimizi korumak zorundayız dediğim için bana faşist diyeceksen hiç durma, de. Ama toplumumuz için tehlikeli olan insanların etrafımızda dolaşmasına biz izin verdik.”

Kınay’ın bir söyleşide de belirtmiş olduğu gibi Mark’ı Amerika’nın, Louise’i de Irak’ın simgesi olarak düşünürsek öykü bambaşka boyutlara gelerek gücü elinde tutanların, yaptıkları iyilikten mutlaka bir çıkarları olduğunu vurguluyor. Aynen Mark’ın ancak istediklerini kabul etmesi şartıyla Louise’e daha fazla yemek vermesi gibi, siyasette de zayıflar için ‘iyilikler’ yapan güçlüler, karşılık olarak onların kendi istediklerini yapmalarını bekliyorlar. Bu oyunu da, çoğunlukla güçsüzlerin kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayarak gerçekleştiriyorlar.

Bu bağlamda, SondanSonra’da güç sembolü olarak kullanılan bıçağın el değiştirmelerinin, aslında Mark’ın yönettiği bir kedi-fare oyunu olduğunun hissettirilmesi de parlak bir buluş. 

Bu iki kişilik oyunların bütün yükü iki oyuncusunun üzerindedir.

Emre Kınay, anlatıdaki yorumu, metindeki satır aralarını izleyiciye aktarabilişi ve özellikle de oyunun fırtına gibi gelişen temposu ile yönetmen olarak tam not alırken, oyuncu olarak da kendisinden çok daha genç bir karaktere can verirken hiç zorlanmadan inandırıcı olabiliyor ve Mark’ı seyircisine dört dörtlük bir kompozisyonla iletiyor. Başlangıçtaki sakin, sevecen ve sevimli gençten, aba altında sopayı ilk gösteren içten pazarlıklı adama geçişi, giderek şiddet dozunu arttırışı, tacizden tecavüze giden belirli belirsiz değişimi ve de finaldeki alttan alan zavallılığı çok, ama çok iyi veriyor. Karşısında da en az onun seviyesinde bir oyuncu var: Ahu Türkpençe.

2 Ocak 1977 tarihinde Samsun’da doğan Türkpençe, tiyatroya büyük bir ilgi duyduğu halde on sekiz yaşına kadar tiyatro ile hiç uğraşmamış. On sekizinde Müjdat Gezen Sanat Merkezi elemelerini geçince Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki gördüğü fizik eğitimini dondurmuş. ‘Bir İstanbul Masalıadlı diziyle ünlü olan oyuncu, televizyon dizilerinde ve filmlerde oynamış. MSMS, YSM ve Tiyatro Pera’da sahneye çıkmış amaSondanSonra’nın Louise’i tiyatrodaki ilk ‘büyük’ başrolü. Ve genç oyuncu bu yükün altından yüzünün akıyla çıkıyor.

Louise’in ilk şaşkınlığı, giderek Mark’tan korkmaya başlaması, durumunu algıladıkça umutsuzluğa kapılmadan karşı koymaya çalışması, bir an kontrolü ele geçirdiğini sandığında tüm hıncını ortaya koyuşu ve finaldeki içtenliği ile karşımızda sanki çok iyi bir yorum değil de gerçekten Louise var. Müthiş!

Sonuçta derim ki, eğer şehrin Asya yakasında oturuyorsanız sorun yok. Ama Avrupa yakasındansanız sakın üşenmeyin. Duru Tiyatro’ya ulaşmak çok kolay: Bahariye’de Saint-Joseph’in bitişiğinde. Hem yılın en iyi oyunlarından birini izlersiniz hem de İstanbul’un opera ve bale gösterilerinin tek mekânı Süreyya Operası’na ulaşmak için alıştırma yapmış olursunuz.

Hepinize iyi seyirler.