“Flütün Paganini”si İstanbul’da

Le Monde’un “Flütün Paganini”si olarak tanımladığı İsrailli flütist Sharon Bezaly 8-9 Aralık’ta Akbank Oda Orkestrası ile vereceği konserler için İstanbul’da!

Rina ALTARAS
8 Aralık 2010 Çarşamba

Sharon Bezaly’nin enstrümanındaki başarısı David Oistrakh ve Vladimir Horowitz’le karşılaştırılıyor. On bir yaşında flüt çalmaya başlayan Bezaly, ilk konserini on dört yaşında Zubin Mehta yönetiminde İsrail Filarmoni Orkestrası eşliğinde verdi. 1997 yılından bu yana uluslararası bir kariyer sürdüren Sharon Bezaly, 2002’de Almanya’nın prestijli ödülü Klassik Echo’dan ‘Yılın Enstrümantisti’ unvanını aldı. 2009’da ise Cannes’da ‘Yılın genç sanatçısı’ ödülüne layık görüldü.

Classics Today dergisinin “bugün dünyada muadili olmayan bir flüt sanatçısı” olarak tanımladığı Sharon Bezaly ile halen yaşadığı İsveç’teki evinden görüştük.

 Bildiğim kadarıyla anneniz piyanist. Siz neden piyanoyu, çelloyu veya kemanı değil de flütü seçtiniz?

İyi soru fakat net bir cevabı yok. Öyle istedim, içimden öyle geldi…

 Sanırım müzik eğitiminizin yanı sıra normal okula da devam ettiniz…

Evet, aynen öyle. Babam lise müdürüydü ve benim müzik eğitimimin yanı sıra standart lise eğitimimi de devam ettirmeme çok büyük önem verdi. İyi ki de öyle olmuş.

 Bugünkü müzisyen kişiliğinizde en çok kimlerin etkisi/katkısı oldu?

Zubin Mehta yönetiminde İsrail Filarmoni ile verdiğim ilk konser beni çok derinden, uzun bir süre boyunca etkiledi.  Müzikal hayatımdaki en önemli kilometre taşlarından biri kesinlikle bu konserdir. Bundan sonra çok genç yaşımda Gidon Kremer, Sandor Vegh gibi dünyanın önde gelen ustalarıyla çalışma ve çalma imkânım oldu. Jean Pierre Rampal ile karşılaşmamın sonucunda Paris’e giderek kendisiyle çalıştım. Son yıllarda ise Rus besteci Sofia Gubaidulina, beni etkileyen sanatçılar arasında yer alıyor.

 Okuduğum kadarıyla flüt için eser siparişleriniz ve A-Z’ye başlıklı bir kayıt projeniz var…

Evet, çünkü piyano, keman gibi enstrümanlarla karşılaştırıldığında flüt biraz kenarda köşede kalıyor, solo flüt için yazılmış çok az eser var. Dolayısıyla flütü de ortaya koyacak daha geniş bir repertuarın oluşmasına katkıda bulunmak gibi bir amacım da var. Dünya çapında bestecilerle çalışma imkânım olduğu için kendimi ayrıca şanslı hissediyorum. Şimdiye değin farklı bestecilerin yazdığı yaklaşık 20 kadar konçerto seslendirdim. Bunların bir bölümü standart repertuara girdi. Ve bu çok önemli.

 Evet, çok haklısınız önemli, çünkü klasik müziğin geleceği biraz da bu bestecilere ve eserlerine bağlı sanki. Klasik müzik dinleyicisinin giderek azaldığı ve bu müziğin bir çıkmaza girdiği en sık tartışılan konular arasında. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tabii ki, popüler kültür müzikleri ile karşılaştırıldığında klasik müzik pazarı çok daha küçük, dinleyici sayısı daha az. Dolayısıyla karşımızda her zaman bir “challenge” (meydan okuma) var. Hepimizin üzerine düşen en önemli görevlerden biri de eğitim, yeni nesillere bu müzik türünü sevdirmek. Ancak ben, klasik müziğin ortadan kalkabileceğini hiç zannetmiyorum. Bu müzik, kültürümüzün o kadar köklenmiş unsurlarından biri ki… Yalnız batıda değil, Uzakdoğu’ya; Kore, Japonya veya Tayvan’a baktığınızda müthiş bir dinleyici kitlesi var. Üstelik giderek artan bir kitle bu. Bu ülkelerin kültürlerinin ne kadar farklı olduğunu düşündüğünüzde, klasik müziğin etkisinin ne kadar derin olduğunu görüyorsunuz ve bu harika!

 Yani siz umutsuz değilsiniz!

Hayır, hem de hiç! Müzik yapıp umutsuz olmanın imkânı var? Müzik öyle sihirli bir iletişim aracı ki, kültürel farklılıklar, cinsiyet, din, dil hiç fark etmiyor.

 Burada sormak istediğim bir başka soruya geldik aslında. Müzik neden böyle sihirli? Herhangi bir ritim, bir melodi dünyanın her yanında hiçbir ayırım gözetmeksizin aynı şekilde algılanıyor?

Müzik bence ruhsal anlamda en temel ihtiyaçlarımıza cevap veren bir araç. Müziğin kendisi de farklı bakış açılarıyla (tonalitesi, bestecinin o anki ruh hali, yazıldığı döneme dair siyasi konjonktür vb)  analiz edilerek, yarattığı izlenim tarif edilebilir. Ancak tarif etmeye çalıştığımız duygular ve düşünceler için kelimelerin bittiği noktada müzik devreye girer ve onun yarattığı etkiyi hiçbir şey yaratamaz. Çünkü müzik doğrudan insanın yüreğine işler. İşte sanırım müziğin sihri burada yatıyor…

 Cem Mansur bu konserini “Taklitlerinden Sakınmayınız” olarak adlandırdı. Kendisiyle repertuarı belirlerken nasıl karar verdiniz?

Konserin tamamını belirli bir “kavram” altında gerçekleştirmek bence son derece akıllıca bir iş. Bu şekilde parçalar bir birbirleriyle ilintilendirilerek bir bütün oluşturuyorlar. Bu programda Grieg’in Holberg Süit’i Bach’a, Stravinski’nin Pulcinella balesi Pergolese’ye göndermeler içeriyor. Buna rağmen her ikisi de son derece özgün ve geçmişin geleceği nasıl besleyebileceğinin en güzel örneklerini oluşturuyor. Jolivet’nin konçertosu ise son derece tonal, insanın içine işleyen keyifli bir eser. Dinleyici için son derece keyifli bir kombinasyonun oluştuğunu düşünüyorum.