20.Yüzyılda İspanya-Sefarad ilişkileri (iddialar-yorumlar)

Coya DELEVİ Perspektif
8 Aralık 2010 Çarşamba

­“500 yıl boyunca, çeşitli kültürel zenginlikler yaratıp sürgünde tüm canlılığıyla yaşamını sürdürmüş olan ‘Sefaradizm’, fiziki olarak, 1992’de sona ermiştir. Bununla beraber, Judeo-Espanyol lisanında bayramlarını kutlayan, o lisanı konuşan atalarını unutmanış olanların gönlünde günümüzde de yaşamını devam ettirmekte, Sefarad şarkılarını ve mutfağını belleklerde yaşatmayı sürdürmektedir. Sefaradizm’i canlı tutan yalnızca ve yalnızca bu insanların geçmişlerine ve atalarına duydukları sonsuz sevgidir...” Edgar Morin

Geçtiğimiz günlerde, ‘Cahiers Alberto Benveniste’ yayınları, “Sépharadisme et Hispanité” kitabının tanıtımını yaptı. Edgar Morin’in yukardaki sözleriyle başlayan eserin yazarı Eva Touboul Tardieu, İspanya’nın, geçmişini (1920-36) sorgulamayabaşladığını iddia etti. Tardieu ayrıca, 1920’li-30’lu yılların Avrupa ve Ortadoğu Yahudileri için oldukça önemli yıllar olduğu ve bu dönemin Avrupa Yahudiliğinin sonunu belirlediği görüşünü savunuyor.

İlginçtir, dini fanatizmin ve ırkçı akımların gözlenmeye başlandığı yıllarda İspanya’da, 1492’den bu yana Diaspora’da yaşayan Yahudilere ve onların on beşinci yüzyılda kullandıkları lisana yönelik bir ilgi gözlendi. Senatör Angel Pulido Fernandez’in girişimleriyle Sefaradlarla bağ kurma çabaları yoğunluk kazandı. Etraflıca incelemek üzere bu konuya döneceğiz. Tardieu İspanya’nın büyük bir yanılgı içinde olduğunu ileri sürüp, ekliyor:

İspanya yanılıyordu. Tarihin akışı içinde, Sefaradların tümüyle ‘İspanyol ideali’ne bağlı kalmış olduklarını varsaymak bile bir hata, bir yanılgı. Onların duygusal bağlılıkları günümüz İspanya’sına değil, 1492’den önceki İspanya’yadır. İber Yarımadası’nda Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşadıkları topraklaradır. Ayrıca, tüm dünya Sefaradları’nın sanki ‘homojen bir bütün’müşçesine, topluca bir arada yaşamak gibi bir arzuları, beklentileri olduğunu düşünmek de, İspanya’nın bir diğer yanlışı. Bu arada, Diaspora Sefaradları’nı birleştiren ya da bağlayan ortak bir unsur olan Judeo-Espanyol lisanı da önemini yitirmiş, misyonunu tamamlamış görünmektedir. 1492 sürgününün Sefaradların belleklerinden silinmemiş olması yanı sıra, 20. yüzyılın antisemitizmi de, pek tabii Sefarad –İspanyol kültürlerinin yakınlaşmasına yardımcı olmamıştır...”

Sonuç olarak, Tardieu ısrarla, bunun bir ‘ütopya’ olduğu görüşünü sürdürmektedir. Naklettiğimiz iddiaların tümü “Sépharadisme et Hispanité” kitabından alındı. Bunlar, bir yandan düşündürücü olmakla birlikte, öte yandan da okurun bu yorumlara kuşkuyla yaklaşmasına neden olmakta. Çünkü bu sürecin başka boyutlar içerdiğini de biliyoruz. Olası soru işaretlerine yanıt bulmak amacıyla o dönemi biraz araştırdım. 1900’lerin başlarından itibaren, uzun bir zaman dilimine yayılan bir süreçten söz edeceğiz.

Senatör Dr. A. Pulido Fernandez, Balkanlar’a yaptığı bir gezide, bu topraklarda yaşayan Sefarad toplumunun, 500 yıl önce İber Yarımadası’ndan getirdikleri kültürlerini ve Kastilya lisanını koruyabilmiş olmalarından bir hayli etkilendi. Her ne kadar bu arkaik lisan biraz bozulmuş göründüyse de Senatör, “İspanya’nın bu kayıp evlatları” için bir kampanyanın başlatılması fikrini benimsedi. Özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudi toplumları ile ilgilendi, bağlar kurmaya çalıştı. Onların lisanıyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Böylece Sefaradizm ‘Alianza Hispana-Hebrea Enstitüsü’nün kapsamına alındı. Bu arada İspanyol basını da bu çalışmalara yoğun ilgi gösterdi.

Bu kampanyalar ve 1905’te Pulido’nun ‘Espanoles sin Patria y la Raza Sefardi’ (Anavatansız İspanyollar ve Sefarad Irkı) kitabının yayınlanması, Kral 13. Alfonso’nun tahttaki ilk yıllarına rastlar (1902-1931). ‘Constitucion’un (Anayasa) yeni sinagog inşasını yasaklayan kanunları da bu dönemde kaldırıldı. Bunu, Yahudilere yönelik bir ‘sempati politikası’izledi. Kral Alfonso, bu ‘kayıp evlatların’ ateşli koruyucusu oldu. İspanyol yazar Felipe Torroba Bernaldo de Quiros, İngilizceye ‘The Spanish Jews’ olarak çevrilen çalışmasında şöyle diyor:

Kuzey Fas’ta İspanyol ‘Protectorat’sının kurulduğu 1912’de Yahudiler gruplar halinde bu ülkeye geldiler. Sayıları 25.000 dolayında tahmin edilen ve Tetouan, Ceuta, Larache’a yerleşen bu toplum İspanyolcayı korumayı başarmıştı. İspanya’nın Afrika politikasında etkin oldukları da bir gerçek. 1915’te hükümet tarafından  akademiye davet edilen ‘Orientalist’ Shalom Yahuda ‘İspanya’da Yahudi Medeniyeti’ konulu bir dizi konferans verdi. Bu, İspanya-İbrani ilişkilerinde yeni ve oldukça pozitif bir dönemin başlangıcı oldu. Yahuda’ya ‘Judaisme’le ilgili araştırmalarda önemli görevler verildi...”

Kuzey Afrika Yahudilerini konu alan eski bir yazımdan, bu duruma ilişkin bir kısa alıntı: “1912’de Tetouan bir kez daha İspanyol yönetimi altında... Yahudilerin durumunda belirgin bir iyileşme görüldüğü bu dönemde Kral, tüm Sefarad kurumlarının koruyucusu olduğunu resmen açıkladı. Bundan böyle, ‘Juderia’da yaşamak zorunluluğunda olmayıp, ödemekte oldukları vergiler de kaldırıldı”. Kral Alfonso, ‘Komunita Hispano-Judia’nın fahri başkanlığına getirildi. Yahudi ve İspanyol akademisyenler, ortak bir çabayla, toplumun içinde de İspanyol kültürünü yaymaya çalıştı. De Quiros’ göre:

BirinciDünya Savaşı yıllarında İspanyol hükümeti, Bulgaristan, Türkiye ve diğer Balkan ülkelerinde yaşayan Yahudilerle ilgilendi. İspanya vatandaşlığı sağlayıp, onlara düşmanca davranılmasının önüne geçmek istedi”. Bu iddia ile ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Ancak, daha önce okuduğum bir makalede, Pulido’nun başkanlığında bir grup entelektüelin, 1916’da Fransız yetkililere yolladıkları bir mesajda Türkiye Yahudileri lehinde alınacak ‘acil tedbirler’den söz ediliyordu.

Senatör Pulido’nun, Sefaradlarla ilgili çalışmalarda etkin rol oynadığı tarihi bir gerçek. 1904 yılında ‘Los İsraelitos Espanoles y el İdioma Castellano’ (İspanyol İbraniler ve Kastilya Lisanı) ardından 1905’te, yukarda sözünü ettiğimiz ve bir yerinde, “İspanya’nın tüm evlatlarının sevgisine gereksinimi var” dediği kitabı, sonra peşpeşe yayınladığı kitapları: ‘Sefardismo en Espana’ (İspanya’da Sefaradizm), ‘El Puevlo Hispano-Ebreo: Primera Baza Universel de la Espana’ (İspanya’nın ilk Cihanşümul Temeli: İspanyol-İbrani Ulusu) ve ‘La Hispano-Judia Reconciliacion’ (İspanya-Yahudi Barışması). 1919’da Paris Sefaradları kendisine olan hayranlıklarını ifade etmek için bir organizasyon tertiplediler.

De Quiros’a göre, “Ancak, Pulido’nun 1905’te yayınladığı kitaptan sonradır ki, Yahudi toplumu, ezeli ‘Exodus’unun sona ereceği garantisini hissetti”. Pulido’nun amacı neydi? Sefaradlarla ‘barışma’ çalışmalarında hükümetinden nasıl bir yardım bekliyordu? Senatör, Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudiler için okullar ve eğitmenler istiyordu... ‘Ev’ine (yani İspanya’ya) geri dönmek isteyenlere İspanya’nın kapılarını açmasını istiyordu. 1920 yılında Madrid’te ‘Casa Universalde los Sefaradies’ açıldı. 1924’te İspanya, Sefaradlara İspanyol vatandaşı olma fırsatını tanıdı. Ama Pulido, bütün bunlara karşın, ‘kolektif’ bir geri dönüşün zorluğunu, hatta imkânsızlığını da göz ardı etmiyordu.

Araştırmacılar, Senatör’ün Yahudilere beslediği sıcak ilginin, sempatinin, yardım etme arzusunun ciddi ve samimi olduğunu kabul ediyorlarsa da, bu çabaların diğer boyutlarını da irdelememiz gerekebilir. Her şeyden önce o, ülkesinin de çıkarlarını gözeten (ya da gözetmesi gereken ) vatansever bir İspanyol... Balkanlar’a yaptığı seyahatin dönüşünde, İspanya’nın bu kayıp evlatları için başlatılacak bir kampanyanın, ülkesi için de bir dizi ekonomik yararlar sağlayabileceğini düşündü. Büyük gruplar halinde bir geri dönüşün imkânsızlığı bir yana, birçok açıdan bunun tamamen arzu edilir bir durum olmadığını da idrak etti. Örneğin, Diaspora’da kalacak, nüfuzlu, varlıklı Sefaradlar’ın, İspanya’nın çıkarları yönünde davranacaklarını da olası görüyordu. Hatta Kral Alfonso liderliğindeki Alianza Hispana-Hebrea’nın umutları da bu yöndeydi.

Bir de madalyonun tersine bakalım. Aslında Yahudilerin büyük bir çoğunluğunun, kendilerine sunulan bu olanaklara ‘balıklama atlamak’ gibi bir arzusu yoktu. Onların ciddi ikilemle karşı karşıya kaldıkları söylenebilir. Bir yandan, sürgün yıllarında kendilerine kucak açmış Osmanlı’ya sadık kalma isteği... Diğer yandan, birçoğunun belleğinde, bu sürgüne neden olan ‘Engizisyon’un gölgesi... Bu noktada, ister istemez aklımıza şöyle bir soru takılıyor: Acaba, “Sefaradlar’ın tümünün İspanyol idealine sadık kaldıklarını varsaymak hata” diyen Eva Touboul Tardieu haklı olabilir mi? ‘The Spanish Jews’ kitabından konuya ilişkin bir kaç satır:

Bir bölüm Yahudi çekincelerine rağmen, İspanya’nın kendilerine sağladığı olanakları kabul etti ya da etme arzusunu belirtti. Sefarad sorunu dönemin politikacı, entelektuel ve yazarların ilgisini çekti. Yayınladıkları ateşli makalelerle, yoğun denecek genel bir ilgi yarattılar.”           

Aynı kaynağa göre Pulido’nun çabaları (amacı, beklentileri her neyse)  tam olarak arzu ettiği sonuca ulaşamadı. İspanyol hükümeti başlangıçta gereken desteği vermedi, öyle ki, Sefaradlar ‘acilen’ problemi, yani ikilemi çözmek zorunda kalmadılar. Buna rağmen, Pulido’nun başlattığı kampanya, acaba Sefaradizm’e yönelik olumlu bir akım yarattı mı? Bu sorunun yanıtlarını önümüzdeki hafta aramaya devam edeceğiz...

Devam edecek…