Auschwitz’de düzenlenen Holokost Kurbanları Anma Töreni basında da geniş yer buldu

Gündem
9 Şubat 2011 Çarşamba

Neden geldim Auschwitz’e, ölüm kampına?

(…) Ne diye geldim Auschwitz’e bu Allah’ın kışında, her taraf buz kesmişken?..

Düşünmek için belki de...

İnsanları birbirlerinden böylesine nefret ettiren ne ola ki?..

Neden insanlar birbirlerini kesiyor, dilleri, dinleri, kökleri, renkleri farklı diye?..

Milliyetçilik mi?..

Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğinden daha iyidir, daha üstündür duygusu mu?..

Belki de.

Ben sevmiyorum bu milliyetçiliğin her çeşidini...

Kendisi Buchenwald ölüm kampından kurtulmuş olan İsrail’in eski Eşkenaz Hahambaşısı Lau, bembeyaz uzun sakalını titreterek neredeyse tüm dillerde soruyor, belki daha doğru deyişle yakarıyor:

“Ben sana ne yaptım ki?..”

Sevimsiz, kırmızı tuğlalı barakalardan birine giriyorum kendi başıma.

Sessizlik, küçücük pencereden sızan solgun kış ışığı ve her tarafından buz gibi rüzgâr üfüren bir baraka.

Basık tavanlı, kâbus gibi.

Tahta ranzalar...

Ve tahtaları pislikten kararmış o ranzalarda balık istifi yatan iskeletlerin simsiyah çukurdan bakan gözleri...

Nedir o?

Bir ranzanın üstünde bir sap kırmızı gül, kurumuş...

Neden geldim ben buraya?..

Sabahın köründe Paris’ten Krakow’a iki saat uçak, sonra da bir saat otobüs, o kadar.

İnsanlığın yüz karası bir kamptasın.

Niçin buradayım?

Ders çıkarmak için mi?

Çocuk ayakkabıları... Bebe patikleri... Çocuk giysileri... Kadın saçları, Nazi Almanya’sında tekstil hammaddesi olarak toplanmış, çuvallanmış...

Gözümün önünde çocuklar, gözümün önünde bebeler, gözümün önünde anneler, binlerce, on binlerce, yüz binlerce...

Bakamıyorum.

İşte bak orada. Filmlerden, belgesellerden ezbere bildiğin yer, Auschwitz’in girişi:

Arbeit macht frei!

O irkiltici yer.

O irkiltici slogan, Nazilere ait...

Hemen altında, o orkestranın siyah beyaz fotoğrafı... Gaz odalarına uygun adım gitsinler diye kamp sakinlerinden oluşturulan orkestra devamlı marş çalarmış... (…)

HASAN CEMAL / Milliyet Gazetesi

3 Şubat 2011

 

En tehlikeli silah nefret duygusu mu?

Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nda 1 milyon 100 bin kişiyi öldürdükleri Auschwitz’de düzenlenen Holokost’u anma töreninin ilginç yönlerinden biri, davet edilen uluslararası heyete bu kamptan sağ kurtulan bazı Yahudilerin de dahil edilmesiydi.

Hepsinin ortak özelliği, kendilerine numara veren damganın sol kollarında bir dövme gibi duruyor olmasıydı.

Auschwitz’den sağ kurtulanlardan biri, programın sonunda Soykırım Müzesi’nde düzenlenen panelde oldukça etkileyici bir konuşma yapan 1929 doğumlu ünlü ABD’li avukat Samuel Pisar’dı.

“Ben ailemin bütün fertlerini kaybettim. Gittiğim okuldan 500 çocuk burada öldürüldü” diye söze girdi Pisar ve devam etti:

“Bu kampta her gün 8 bin kişi öldürülüyordu. Ben buna kendi gözlerimle tanıklık ettim. Kurbanların gaz odalarında öldürülmeleri üç dakikayı buluyordu. Ama onlar o üç dakika içinde can verirken bize mesajlarını duvarlara tırnaklarıyla ‘Asla unutma’ diye kazıyarak yazdılar. Onların duvara yazdıkları bu mesaj burada bugün de yankılanmaya devam ediyor...”

Hafta başında gittiğimiz Auschwitz gezisinde en çok vurgulanan tema Holokost kurbanlarının duvara yazdıkları “Asla unutma” vasiyetiydi. Ancak insanlığın gerekli dersleri çıkarmadığı konusunda genel bir mutabakat da vardı.

“Unutma”nın yanı sıra, başkalarının felaketlerine kayıtsız kalmak da bir başka insanlık sorunu olarak ortaya çıkıyordu. İsrail’in Eşkenaz Hahambaşışı Meir Lau’nun “Holokost’tan gerekli dersleri çıkarmış olsaydık her gün Asya ve Afrika’da 5 yaşın altında 18 bin çocuğun açlıktan, kötü beslenmeden, çevresel koşullardan dolayı hayatını kaybetmesine seyirci kalır mıydık” şeklindeki sözleri bu çerçevede hatırlatılabilir. (…)

SEDAT ERGİN / Hürriyet Gazetesi

5 Şubat 2011

Auschwitz günlüğü

(…) Seçilen kamplar hassaten soğuk bölgelerdeydi. Barınaklar da öyleydi; insanların donarak öldürülmesi planlanmıştır. Buna rağmen çalışma şartları ağırdı, bazen kaşık verilmediğinden insanların dağıtılan yemeği köpek gibi yemeleri adeta teşvik ediliyordu. Tuvalet ihtiyacı giderilen yerde hiçbir temizlik malzemesi yoktu. Kampta yaşayabilenlerin hayvan derecesine indirilmesi planlanmıştı. Her şey düşünülmüş, örgütlenmişti. Auschwitz kitap ve filmlerden tanıdığımız bir yerdir, buna rağmen orada bulunmak insanı keskin soğuktan daha fazla donduruyor.

Bir vitrin içinde enterne edilen ve bütün eşyaları alınanların bıraktıkları sergileniyor; ayakkabı yığını içinde renkli kumaştan örülü bir sandalet de var. Muhtemelen kampa getirilen ve gaz odasına sokulan bir doğu Avrupalı Yahudi kadınına ait... Ayakkabının sahibesi nereye geldiğinden hiçbir şekilde haberdar değildi; yalan tebligat ve propaganda ile doğudaki bir çalışma çiftliğine gideceğini düşünmüş olmalıydı. Auschwitz’de bu sandalet yazın bile giyilemez. Bebek patiklerinin sahipleri yaşasaydı bugün müze müdürü, üniversite profesörü veya bu ziyaretçiler gibi politikacı da olabilirlerdi. (…)

İLBER ORTAYLI / Milliyet Pazar

 6 Şubat 2011

Auschwitz’i ziyaret etmek!
(…)
Auschwitz ve Shoah birbirlerinden ayrılmaz iki korkunç imge. Shoah’nın bilinmesi ve hatırlanması İsrail hükümetinin barbarlığını aşan insanì bir sorumluluk. Auschwitz’i ziyaret etmek insanın insana neler reva görebileceğini hatırda tutmak için hayatì. Hatırlamak ise sabìlerin ve bütün masumların hatırası önünde düşünmek kadar bugünkü tehlikeli gidişata dur diyebilmek için hayatì. Kötülükten ancak kötülük ürediğini unutmamak ve beşeriyete olan inanç ve umudun boş lâflar olmadığını kanıtlayabilmek için... Kurtlar Vadisi’nin son ürünü ile Mavi Marmara saldırısının birbirinden farklı olmadığını söyleyebilmek için.
Cengiz Aktar /Vatan

2 Şubat 2011