Bir edebiyatçının peşinde İstanbul...

6 Şubat Pazar günü Doğan Kitap’ın davetiyle, Antonina Turizm’in düzenlediği ‘Mario Levi’nin İstanbul kültür turuna katıldım. Yalancı bir baharın yaşandığı gün boyunca, Levi’nin nostalji yüklü anıları rehberliğinde Galata’yı ve Kadıköy Çarşısı’nı tekrar keşfettik.

Tuna SAYLAĞ Toplum
9 Şubat 2011 Çarşamba

Bu günübirlik turda bir kez daha gezi, edebiyat ve yemeğin ayrılmaz bir üçlü olduğunu, birbirlerine çok yakıştıklarını anladım. Biri olmazsa diğerlerinin tam olarak tadına varılamıyor. Bu açıdan Pazar günkü mini İstanbul turumuz her açıdan doyurucuydu.

Neydi geziyi farklı kılan? Elbette ki yazarın gezdirdiği her nokta ile ilgili yaşanmışlıkları ve hatıralarıydı; anılar sayesinde mekanlar farklı bir ruha bürünüyor, nostalji duygusu damarlarımızda dolaşmaya başlıyordu.

Sabah 9.30’da keşfetmeyi ve Mario Levi okumayı seven yaklaşık 50 kişi kahvaltı etmek üzere Tünel Meydanı’ndaki Ka-Ve’de buluşuyoruz. Kalabalığın içinde birkaç tanıdık sima gözüme çarpıyor. Simit, kaşar peyniri, portakal reçeli ve çaydan oluşan menünün ardından yazarın defalarca yürüdüğü güzergâhı takip etmek üzere yola koyuluyoruz.

İlk durak Cadde-i Kebir ( İstiklal Caddesi) üzerindeki, artık yerinde olmayan Markiz Pastanesi. Yazarımızdan, salonun alâmetifarikası, mevsimleri temsil eden 4 duvar panosundan ikisinin kırıldığını öğrenip hüzünleniyoruz. Sırada muhteşem merdivenleriyle Santa Maria Kilisesi var. Pazar ayini devam ettiğinden içeri giremiyoruz, basamaklara yayılarak Levi’nin kilise ilgili ilginç bilgilerine kulak veriyoruz. Yazar, İtalyan Mimar Petrini’nin bu eserinin birçok edebiyatçıya ilham kaynağı olduğunu anlatırken, meslektaşı Demir Özlü’yü ve kilise ile aynı adı paylaşan yan apartmanın penceresinden avluyu seyreden küçüklüğünü, hatırlamadan edemiyor. Bu sırada Levi, geziye katılan ve kendisiyle röportaj yapan gazeteci yazar Nuriye Akman’ın “ Bir Yahudi olarak kiliseye girmeniz yasak mıdır?” sorusu ile karşılaşıyor.

“Ben şehrin yokuşlu ve merdivenli olanını severim” diyen yazarımızın peşinden Yüksek Kaldırım ya da diğer adıyla Şeyh Galip Caddesi’ne doğru yürüyerek Galata Mevlevihanesi’nin önünde mola veriyoruz. Bina tadilatta olduğundan oraya da giremiyoruz. Burada olup da bir edebiyatçının Şeyh Galip’in Hüsnü Aşk’ından bir şeyler okumaması mümkün mü? Mario Levi de öyle yapıyor; Mevlevi şairin, padişah Üçüncü Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan için yazdığı varsayılan aşk dizelerinden birkaçını mırıldanıyor. Levi’ye göre bu, yaşanamadığı için uğruna şiirler yazılan aşklardan....

Bu kez gittiğimiz mekânın içine girebiliyoruz. Librairie de Pera Kitapçısı, kapıları açık bizleri bekliyor. Burası bir sahafçı. Daha önce rehberimiz, dükkânın tarihini ve orasıyla ilgili gençlik anılarını paylaşıyor bizlerle. Sanki son kitabından bir pasaj yaşıyoruz. Tayla Nomidis’in kaybolan yüzü gözlerimizin önüne geliyor; dükkândan süzülen eski kitap, ahşap ve gaz sobası kokusu burnumuza doluyor. Yakında boşaltılıp ihaleye verileceği söylenen kitapçıyı herkes son kezmiş gibi saygıyla dolaşıyor. Bu vesileyle bir zamanlar yokuşun iki tarafında sıralanan pulculardan ve şapkacı dükkânlarından da söz ediyoruz Attila İlhan’ı anarak...

Hedefimiz Şişhane ya da eski adıyla 6. Daire. Mario Levi yine tane tane anlatımıyla İstanbul’un ilk belediye binası Şehr-i Emanet’in öyküsünü aktarıyor bizlere aralara renkli anekdotlar, ilginç saptamalar sıkıştırarak.

İstanbul Yahudilerinin en acı ve en tatlı günlerini yaşadıkları Neve Şalom Sinagogu’nun önündeyiz. Hemen akla yaşanan felaketler geliyor. Bu vesileyle Mario Levi’nin ağzından hiçbir zaman unutamayacağı 6 Eylül 1986 tarihinin yani düğün gününün öyküsünü dinliyoruz hüzünlenerek. “Sizin acınız bizim acımızdır” diyen adam gibi adamları konuşuyoruz hep birlikte. Yine “Bir zamanlar....” diyoruz  içimiz burkularak...30-40 yıl önce tam bir Yahudi mahallesi olan bu semtin ağzı olsa da konuşsa! “Siz de hatırlayarak ve hayal ederek gezin!” diyor yazarımız.

Galata Kulesi’nin önünden geçip ara sokaklardan yokuş aşağı bütün grup yola devam ediyoruz. Herkes bol bol fotoğraf çekiyor. Aşkenaz Sinagogu’nun orada durup, ibadethanenin tarihçesi ve Türkiye Aşkenazları hakkında bilgi ediniyoruz.  Tatar Beyi Sokak’tan devam edip öğle yemeğimizi yemek üzere Barınyurt Huzurevi’ne varıyoruz. Yorgun bacaklarımızı eşsiz bir İstanbul manzarası karşısında dinlendirme fırsatı bulurken Sefarad mutfağının birbirinden lezzetli özgün tatları ile karnımıza doyuruyoruz. Bu arada Mario Levi bütün bu yemekleri pişirebildiğini belirtiyor. Bu mola, yazarla okuru arasındaki diyalogu daha da pekiştiriyor.

Doğan Kitap yetkilileri güzel bir sürpriz yaparak herkese bu gezinin esin kaynağı olan ‘İçimdeki İstanbul Fotoğrafları’nı hediye ediyor; Mario Levi de bıkıp usanmadan imzalıyor önüne konan kitapları.

Çaylar ve kahveler içildikten sonra rehavetimizi dağıtmak üzere Voyvoda (Bankalar) Caddesi’ne inerek Kamondo Merdivenleri’ne ulaşıyoruz. Zenginliği dillere destan olan bu hayırsever banker aileyi de yâd ederek Karaköy’den bizi karşı yakaya taşıyacak tekneye biniyoruz.

 Mario Levi teknede de anlatmaya devam ediyor. Kadıköylülükten ve Kadıköy sevgisinden dem vuruyor. Güneşin batışını en iyi Kadıköylülerin bildiğini iddia ediyor. İstanbul’un kuşlarından ve nesilden nesile aktarılan şarkılarından söz ediyor. Bu sırada geziye katılanlar arasında bulunan Türk asıllı İsrailli Sefarad müziği şarkıcısı Suzy, bir sürpriz yaparak Ladino dilinde “La Noçe” adlı parçayı seslendiriyor. Billur sesi beni, kendisiyle 7–8 yıl önce İş Sanat’ta verdiği bir konser vesilesiyle yaptığım röportaja götürüyor.

Nihayet Kadıköy’deyiz. Mario Levi’nin deyimiyle Türkiye’nin değil dünyanın en güzel pazarı Kadıköy Çarşısına giriyoruz. Adım atacak yer yok, öylesine kalabalık. Renk, koku ve çeşit insanı büyülüyor. Biraz daha ilerleyince, kendimizi karşı karşıya konuşlanmış, İstanbul’un en eski ve özel iki pastanesi, Baylan ve Hacı Bekir’in önüne buluyoruz. Garsonlar ellerinde tepsiler bizi kapıda karşılıyorlar. Birinden vişneli çikolatanın tadına bakarken diğerinden ağzımıza çifte kavrulmuş bir lokum atıveriyoruz.

Uzun günün sonunda son durak Mario Levi’nin yaratıcı yazarlık dersleri verdiği Mühürdar’daki Mim Sanat Atölyesi oluyor. Burada da kışın vazgeçilmez içeceği boza ikram ediliyor hepimize.

 Veda zamanı gelmiştir; bugünün anısına toplu bir fotoğraf çektirip bu güzel geziyi ölümsüzleştiriyoruz.