Şimdi İstanbul fotoğraflarını okuma zamanı

<p class="MsoNormal"><span>Mario Levi, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” ile çocukluğunun ve gençliğinin İstanbul’unu anlatıyor. Yazarın anıları, yakın tarihimizin toplumsal olaylarından kesitler sunuyor ve şehrin kaybolan değerlerini okura hatırlatıyor <?xml:namespace prefix =" o" ns =" "urn:schemas-microsoft-com:office:office"" /></font></span></p>

Perspektif
5 Ocak 2011 Çarşamba

David OJALVO


Siz istemeseniz de, zaman sizi ileri itekliyor. İstanbul da geleceğe taşınıyor. Bu süreçle ne ölçüde barışığız? Yaşadıklarımızı içselleştirebiliyor muyuz? Geçmiş daha sıcak, değişim sarsıcı mı görünüyor? Yeni günlere müjde verebilmek mümkün mü? İki yıl önce gündemde olan soru, bugün daha da bir geçerli gibi: “insan ne ile yaşar” özellikle de İstanbul’da?

İstanbul bir masaldı elbet. Aradan geçen on bir yıldan sonra, geçmişe dair fotoğraflar bu kez farklı bir hüzünle açığa çıkıyor. Daha derin bir hüzünle. 2000’li yıllar çekmecede saklı fotoğraflarla bir geçimsizlik içinde. “İstanbul da çağdaşlık oyununun cazibesine kapılmış her şehir gibi çok daha plastikti artık” diyor Mario Levi ve isyanını ‘İçimdeki İstanbul Fotoğrafları’ adlı anı kitabıyla dile getiriyor.

İstanbul ve Mario Levi, anılarla başbaşa. O büyük aile artık veda etmiş. Mösyö Jak, Tant Tilda, Jülyet, Berti, Mösyö Rober, Krikor Amca, Muhittin Bey, Madam Estreya… İstanbul’u bir masal yapan tüm kahramanlar gitmiş. Kalmanın verdiği duyguların ağırlığını, hüznünü taşımaksa anlatıcıya kalmış. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından, ilk kez hatıra gelen ‘ülkeden ayrılma’ düşüncesinin yakıcılığı da fotoğraflara hüzne farklı bir tonunu katmış. Bu noktada tahmin ediyorum ki, anlatma ihtiyacı daha bir yoğun hissedildi, kalmak adına ve yeni yetişenler için bir sorumluluk yüklenildi. Eski İstanbul fotoğrafları gün yüzüne çıkarılmalıydı. Çıkarılmalıydı ki, yazının sonuna sakladığım soruların cevabını bulmak için bize yol göstersin, temel teşkil etsin.

Bir ölümle, dededen ayrılmakla başlıyor yolculuk. Kırılma, Mario Levi’nin “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” adlı eserinin başında yer alan ölümden çok daha derin. Kaderin bir oyunudur belki de bu. Mario Levi’nin kişisel tarihinde bir milattır. Günler, ardı sıra bir girdaba taşınan sular misali. Değişimler, ayrılıklar, vedalar, büyümek, okul yılları, siyaset… Yıllar içinde oluşan irili ufaklı birçok yaranın kimisi pürüzsüz iyileşecek; ama birçoğu izler, derin izler bırakacaktı…

Ellili yaşlarının başlarında olan Mario Levi’nin anılarındaki paylaşımlarının bir kısmına biz genç kuşaktakiler tanık olamadık; ama onun kuşağı ve daha eskilerin bir tanıklığı söz konusu. İnanıyorum ki, kitapta anılan günleri yaşayanlar, hatırı sayılır bir nostalji hissedeceklerdir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul fotoğraflarını anlatan bir usta Mario Levi. Evler, sahaflar, pullar, şapkalar, yazlık ve kapalı sinemalar, plajlar, şipşak fotoğrafçılar, dondurmacılar, balıkçılar, yoğurtçular… Renkler, sesler, kokular, tatlar, dokunuşlar… İstanbul incelikleriyle, beş duyu ve daha fazlasıyla yaşanmış. Büyükanne ve büyükbaba anılarda kahramanlaşırken, bir dönem Yahudi yaşamının, Yahudi İspanyolcasının izleri sürülmüş, mutlulukları ve acılarıyla… Acılarıyla…

İlk evliliğini yaptığın günü, dahası yapacağın günün bir öncesini hafızandan silebilir misin? Tarihin ayrıntılarını bile unutmadın. 6 Eylül 1986… Bir cumartesi sabahı… Annenle babanın Göztepe’deki evindeydiniz artık. Aslında evlenmiştiniz. Belediye nikâhınız iki gün önce kıyılmıştı. Ama geleneklerini sürdürmeye çalışan Yahudi evlerinde dini nikâh da kıyılmadan evlilik evlilikten sayılmıyordu tam manasıyla, biliyordun, biliyordunuz. Ertesi günü bekliyordunuz siz de. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Davetiyeler dağıtılmış, çağrılabilenler çağrılmıştı. Evleneceğin kızla hiç istemediğiniz halde, bir düğün gecesi için bile gereken hazırlıklar yapılmıştı. Sen sadece bütün bunlar geçsin, bir an önce geçsin diyordun içinden. Evleneceğin kız da bunu biliyordu. O da aynı duyguların içindeydi. Geçecekti, bu da geçecekti, biraz daha dayanmak yeterli diyordunuz. Ancak… Ancak olaylar hiç de beklediğiniz gibi gerçekleşmeyecekti. O sabah amcanın kızının, Elza’nın kapınızı çalıp haberi getirmesiyle birlikte, bir hikâyenin seyrinin aniden, nasıl değişebileceğini de görecektiniz. Neve Şalom’a bombalı bir saldırı yapılmıştı. (sayfa 68)”

Toplumsal hayatımızdaki olayları unutmamak, unutturmamak derken, Mario Levi kişisel tarihiyle önemli bir katkıda bulunuyor bu fotoğrafını okurlarına sunarak. Bu kötü deneyimin öğretilerine fazlasıyla sahip çıkmamız gerektiğini de tarih bir kez daha bizlere hatırlatacaktı.

Keyifli ve gülümseten anılar da var fotoğraflar arasında. Örneğin Taksim’deki Opera’da sahnelenmiş olan ‘Damdaki Kemancı’ müzikali. Sütçü Tevye’yi Cüneyt Gökçer canlandırmış. Mario Levi’nin izlenimlerine göre, İstanbul ‘Damdaki Kemancı’yı sevmiş, izleyenler müzikalin kahramanlarını önyargı taşımadan bağrına basmıştı.

Çocukluğunda oyuncak treniyle oynayan yazarın, Londra günlerinde o trenlerin asılları veya asıllarına yakın olanlarıyla da karşılaşması gülümseten anılardan biri. Londra’daki istasyonda tanıştığı kızla olan öyküsü, arayışı, soruları… Belki de yansımalar yıllar sonra, Okuyan Us Yayınları’ndan yayımlanan ‘Cinsel Öyküler’ adlı kitaba vereceği kısa hikâyede bilinçaltının katkıları olacaktı. Londra Garı’ndaki kız, Denizli’ye olan tren yolculuğunda bir şekilde hayat bulacaktı…

Anıları arasında ailelere olan zayıf inancını vurguluyor, yaralı bireylerin yaralı çocuklar yetiştirebileceğini yeniliyor Mario Levi. Oysa sayfaların duyurduğu büyükannesi ve dedesine olan bağlılığı ve ‘İstanbul Bir Masaldı’ romanı ile büyük bir ailenin öyküsünü anlatabiliyor olmak, okuru düşünmeye sevk ediyor. Anlatmak sadece romancının başarısı ile sınırlı mıydı? Yoksa, aile belli kalıplar içinde oturmuş bir düzeni temsil ederken, mesele sanatçının özgürlüğe duyduğu ihtiyaçta, çok yönlülükte, farklılık ve zenginlik yaratan birden çok aidiyetiyle açıklanabilir miydi?... Belki de bu olasılıklar, zamanla, yazarda başka soruları doğuracaktı.

Ne o yollar eski yollar, ne o insanlar eski insanlar, ne de zaman o eski zaman. Öyleyse. Yeni fotoğraflar çok mu anlamsız?” diye soruyor Mario Levi ve vurguluyor, “Çoğaldıkça eksildiğimizi, kalabalıklaştıkça yalnızlaştığımızı, gördükçe körleştiğimizi söylememeyse pek az insanın takati kaldı. Bunca çok görüntünün arasında birbirimizi, hatta kendimizi bile göremediğimizi söylemeye de…

Kitabı okudukça, kaçınılmaz olarak sorular içimde büyüyor. Genç kuşak olarak birçok anının ortaklığını yazarla yapabilmemiz mümkün değildi. İstanbul’un çağdaşlık oyununda yaşanan hazin değişimi ise hissedebiliyorduk. Bugün ortak bir tarihi yaşıyoruz, toplumsal boyutta ufukta eksilmeyen bulutlar yarını gölgeliyor. Bu doğrultuda bugünü nasıl yaşamalıyız, neler yapmalıyız? Yarının albümlerine neşeli renkler taşıyan fotoğrafları koyabilecek miyiz? İstanbul’un yaşattığı dostlar olmaktan çok, İstanbul’u yaşatan bireylere dönüşüyoruz. Yalnızlaşıyoruz. Bir noktadan sonra ise kanaatim, çabalarımızın bizden sonraki hayatlara dokunamayacağı yönünde.

Yıllar sonra Markiz yeniden açıldığında yazarın yaşadığı hayal kırıklığını paylaşıyorum örneğin. Sonra “Lunapark Kapandı” adlı romandaki anlatıcının İnci ile buluştuğu, Attila İlhan’ın müdavimi olduğu Taksim Meydan’ındaki Marmara Kafe de kapandı. Marmara Kafe de bir İstanbul fotoğrafıydı… Şimdi sıra, bir sonraki romanda, bir başka anlatıcı ile bir başka İnci’nin nerede buluşacağını bilebilmekte. “İnşa etmek” iddialı olacak ve pek mümkün görünmüyor; oysa günümüz gençliğine, toplumuna İstanbul’un hayata anlam katan elementleri işaret edilebilmeli. Bu da, kitabın dilini, duygularını anlayan, paylaşan herkesin bir hassasiyeti olmalı, değil mi?

‘Karanlık Çökerken Neredeydiniz’ romanındaki boyacı çocuk, Mario Levi’nin fotoğraflarında karşımıza balık ekmek satan genç olarak çıktı bu sefer. Ben öyle hissediyorum. Hani yazarın önemsediği, İstanbullu olmayı dile getirirken, “böyle memleket olur mu abi” diye soran boyacı çocuk. Şimdi balık ekmek satan genç Tahsin, böyle bir memlekette, yazarın kahramanlarından biri olmak istiyordu, ‘İçimdeki İstanbul Fotoğrafları’ ile beraber oluyordu da. O gence ve bugünlerden yarınlara bırakılacak yeni fotoğraflar olacaktı. Biliyoruz, ‘yeni’ olan ‘iyi’ anlamına gelmiyor ne yazık ki. Yazarın anlatma serüveni, anlatma amacı ise bitmezdi, bitemezdi. Bu serüven sürdükçe de, umut var olacaktı. O umut var oldukça da, karanlıkta kalmış, inciten, acıtan fotoğraflara anlayışla bakabileceğiz.