Yağmurlu, müzikli – ve aydınlık! – günler...

-
14 Temmuz 2010 Çarşamba

Yağmurlu günler, nice kültür etkinliğini sekteye uğrattı. Geçtiğimiz Perşembe akşamı Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda “Sevil Berberi”ni görmeye gidenlerin hevesi kursağında kaldı – ve 1.Uluslararası Opera Festivali’mize Berlin’den konuk gelen ünlü Deutsche Oper’in bu başarılı temsilini çok şükür bir sonraki akşam Haliç Gösteri Merkezi’nde yakalayabildik..! Çarşamba akşamı yer alan Chick Corea dinletisi ise kazasız-belasız atlatılabildi ve burada özellikle seksen yaşındaki davulcu Roy Haynes, yılmayan enerjisi ile herkesi büyüledi – hele birlikte çaldığı diğer üç caz devini (Corea/piyano – Chris McBride/bas – Kenny Garrett/saksofon) davul takımının etrafına toplayıp her birine tempo tutturması, unutulamayacak anlar yaşattı bizlere! Ondan bir gün önce ise, Sepetçiler Kasrı’nın denize nazır bahçesinde Kanada’nın folk müzik alanındaki ünlü isimlerinden MarthaWainwright’ın “Sings Edith Piaf” konserinde, bu efsanevi Fransız şarkıcının çok az bilinen şarkılarıyla tanışarak, gene çok özel bir gece yaşadık... Bu konserde öğrendiğimize göre, aralarında bazı Franko-Kanadalı söz yazarı/bestecilerin kaleminden de gelen, hiç bilmediğimiz ne denli güzel şarkıları varmış Piaf’ın – ve bunların bazıları Kurt Weill’ın müziklerini/Bert Brecht’in sözlerini nasıl da andırıyor..! Bu bağlamda ne yazıktır ki, Nazi Almanyası’na sırtını çevirip Fransa üzerinden 1935’de ABD’ye giderken Kurt Weill ve yirmi yaşındaki Edith Giovanna Gassion’un Paris’te yollları kesişmedi..! Oysa ki, karşılaşmış olsalar ve Weill ona orada bir-iki şarkı çiziktirebilseydi, ne güzel bir birliktelik yaratılmış olurdu, değil mi..? Öte yandan, tüm bu “kaygılar”(!)dan uzak bazı izleyiciler, “neden bildiğimiz şarkıları söylemedi?” türünden tepki gösteriyordu, konserin bitiminde – ve kendilerince de haklıydılar aslında, sadece “LaFoule”, “L’Accordéoniste” ve “Marie Trottior” gibi çokça bilinenleri dinlemelerinin ardından...

Bu iki konseri borçlu olduğumuz İstanbul Caz Festivali’nin yanı sıra, geride bıraktığımız Müzik Festivali ve gene İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nin düzenlediği diğer dinletilerde hep ilginç ve değişik tadlar alıyoruz. Örneğin, Aiskylos’un “Oresteia” Tragedya üçlemesi üzerine çağdaş müziğin ikonlarından Yunanlı Iannis Xenakis’in kurduğu konçertant süiti Aya İrini’nin o görkemli/gizemli atmosferine taşındı geçenlerde. Gürer Aykal yönetimindeki Borusan Filarmoni Orkestrası üyeleri, toplamı belki iki yüz kişiye varan Atina ve İstanbul’dan beş ayrı yetişkin/çocuk korosu ile dünya çapındaki bariton Spyros Sarkas ve İspanyol vurmalı çalgılar sanatçısı Miguel Bernat, gene kolay kolay unutulmayacak bir müzikal şölen yaşattı İstanbul müzikseverlerine... Haziranın son günlerinde ise, geçmişte özellikle Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye’yi sert şekilde eleştirmiş olan George Dallaras nihayet buradaydı! Birkaç yıl önce Rum Patrikhanesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a gelen sanatçının vereceği konser o zaman son anda “evrak eksikliği” gerekçesiyle iptal edilmişti..! Şimdi ise, Giritli bir buzuki virtüözü ve Kıbrıslı bir bayan ses sanatçısı ile Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Dallaras, Zülfü Livaneli’nin bir şarkısını da kendisiyle birlikte sunduğu konserin ardındaki açıklamalarında sıkça “dostluk”tan söz ederek, ülkemize gelmiş hemen her Yunan vatandaşının, tanıma fırsatına eriştiği Türkler hakkında satır aralarında “hiç de kaygılandığım gibi değillermiş!” türündeki mesajı yineliyordu – Zülfü “arkadaşı” ise, daha sonra bu ziyareti “onu da kazandık...” olarak yorumlayacaktı...

“Birlikte yaşama”nın ülkemizde/kentimizde eskiden ne denli doğal/kolay olduğunu/olabildiğini ise, birkaç yıl önce yapmış olduğumuz “Yakın Ada, Uzak Ada – Burgazada” belgeselinde de rol alan Bercuhi Berberyan’ın piyasaya yeni çıkmış “Burgazada Sevgilim” anı kitabında okuyabilirsiniz... 1950’li/60’lı yıllarda çocukluk/ilkgençlik dönemlerini geçirdiği ve değişik (ben, 18’e geldim!) etnik kökenli Türklerin uyum içinde (halen) bir arada yaşadığı, topu topu 1.5 kilometre kare büyüklüğünde olan Burgaz Adası (doğru tanımı budur!) hakkında sevgili Bercuhi “Ben büyüdükçe, onun da değişmesini izledim.” diyor ve şöyle sürdürüyor değerlendirmelerini: “Burgaz, eski Burgaz değil artık. Değişen dünyaya ayak uyduruyor. ... Ah, siz onu eskiden görmeliydiniz. Havasını solumalıydınız. Bir şey vardı onda, insanı sarıp sarmalayan, huzur veren ve de eşitleyen.” Okuyun, bu renkli ve düşündürcü anıları – Burgazlı olmasanız da, büyük keyif alacaksınız...

HOŞÇA KALIN..!

Burgaz Adası demişken – kanımca halen güzel (zira: diğer adaların bir çeşit “gölgesinde kalan”) bu beldeye Şalom’daki bu köşemde her yaz bir kez yer verdiğimi, sadık okurlarım anımsayacaktır. İşte, bunu bu yıl da yapmışken (ve sevgili “müdavim”im Zelda Natan’a da buradan sevgi ve saygılarımı yollayarak), siz okurlarıma bugün veda etmek istiyorum... Şalom’da kalem oynattığım on üç yıldan bazı “enstantaneler” anılarımda beliriyor, şu satırları yazarken – Ekim 1997’de ilk kez katıldığım Yazı Kurulu toplantısına geldiğimde, sevgili Viktor ile Yakup/Nelly’nin “benimle ilgilenmelerini”; Judeo-Espanyol dili oralarda kalmasın diye “yollarınkumlarını üfleyen” değerli büyüğümüz Bici’nin her toplantıda defalarca söz alma girişimlerini; sevgili Tilda’nın Büyükada’daki bahçesinde ’98 yazında yaptığımız “yazlık” toplantı sırasında 2.sayfadaki köşeyi kendisiyle paylaşma “anlaşma”mızı (ki aynı toplantıda Londra’dan yeni dönmüş sevimli mi sevimli bir genç kıza tutulmuştum ve çok geçmeden, onu eşimle birlikte yeğenimize “evermiştik”!); ayrıca daha nice olayların gölgesinde kalmış toplantıları...

Şalom’a yazı hazırlarken çok şey öğrendim, birçok önemli kişi ile tanıştım; önümde sayısız yeni “pencereler” açıldı ve nice kültürel etkinliğe bu ivme ile girişmiş oldum... Öte yandan, oldukça da çabaladım, sayıları bugüne dek altı yüzü aşmış yazılarımı hiç aksatmamak uğruna. 1997 yılından bu yana sürdürdüğüm (ve belki ülkemizde bu konuda en uzun soluklu olmuş) tiyatro eleştirisi köşemde, ilgi duyan okurlara yüzlerce oyun tanıtmaya çalıştım; “Değinmeler”de ’98-’03 yılları arasında “değdirmek”ten de kaçınmadım (ve bazı siyasi yazılarımın “okurlarımıza uygun olmadığı” konusunda içeriden gelen tepki üzerine bu köşeyi kapattım); “nitelik...”te ise “Çerkez Tavuklu Tortellini”, “Prof.’lasyon” ve “Analgesique retard” gibi başlıklarla  ülkemizin/kentimizin/toplumumuzun kültür ortamına eleştirel bakışlar yönelttim.

Şalom’da yazmak bana her zaman keyif vermiştir; Gila Kohen Öykü Yarışması’nda jüri üyeliği ve Kitap Eki editörlüğünü ise, temelleri atıldıktan sonra bir an önce gençlere devretmek istedim. Yazarlığımı da bir takım kişisel nedenler ve gelişmeler sonucu bugün noktalarken, beni okumak sabrını göstermiş olan tüm dostlarıma buradan teşekkür, sevgi ve saygılarımı iletir, halen kalem oynattığım ve ileride yazmayı tasarladığım ortamlar hakkında bilgi edinmek isteyenlerinizin [email protected] adresime kısa bir mesaj iletmenizi rica ederim.

Nice aydın-lık günlere..!