İŞTE ONUN HAYATI: UĞUR DÜNDAR

O kadar garip bir duygu ki, yıllarca televizyonun hoparlörlerinden duyduğunuz ünlü ve tanıdık bir sesin sizinle konuşması… Gerçekten de ilk hissettiğim şey bu oldu, Uğur Dündar ile tanışır tanışmaz! Çocukluğumun ‘yakışıklı spikeri, korkusuz araştırmacı gazetecisi’, gençliğimin ‘anchorman’i karşımda duruyordu.

Aylin YENGİN Söyleşi
30 Haziran 2010 Çarşamba

Sanki dikdörtgen bir çerçevenin içinden fırlayıp da bir anda canlanıvermiş bir hayal kahramanı gibi… Ne yalan söyleyeyim, heyecanlandım! Hoş sohbeti, akıcı üslubuyla bana güç verdi. Ve ben sordum, o yanıtladı…

1970’te televizyon evlerimize henüz girmeye başlamışken, TRT'nin açtığı sınava girmek nereden aklınıza geldi?

Ben aslında o yıllarda, radyo programlarının çok sıkı bir takipçisiydim – televizyon henüz yoktu bile. Sürekli olarak radyoda haber programlarını, röportajları ve geç saatlerde de popüler müzik programlarını dinlerdim. Crooner tarzı şarkıcıları takip ederdim, hepsinin de adlarını, albümlerini ezbere bilirdim. Böylece, radyo prodüktörü olma hevesi belirdi içimde ve başka fakülteleri de kazanmış olmama rağmen gazetecilik enstitüsünü tercih ettim. O dönem Milliyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi bizim hocamızdı. Doğrusunu isterseniz, beni gazeteciliğe o heveslendirdi. Bana, “Bu sınıftan 3 gazeteci çıkacaksa, biri sen olacaksın,” demişti.

 Sonra mezun oldunuz…

Okulu bitirdikten hemen sonra Milliyet Gazetesi’ne başvurdum, ancak Abdi Bey’in imkânları sınırlıydı, kadro şişkindi; bana gerekçe olarak bunları gösterdi ve askerliğimi yapmamı önerdi. 21 yaşındaydım ve bir an önce yedek subaylığımı bitirmek istedim. Derhal askere gittim ve 24 ay süreyle vatani görevimi yaptım. Dönünce tekrar Milliyet’e başvurdum, yine kadro şişkindi; Abdi Bey beni magazin muhabirliğine parasız stajyer olarak alabileceğini söyledi. Bense artık askerliğini tamamlamış birinin para kazanmadan çalışmasının doğru olmayacağını düşündüm ve iş imkânları ararken, bir radyo prodüktörlüğü sınavı olduğunu gördüm. Büyük bir hevesle katıldım. Kurs devam ederken – sınavı da başarıyla geçmiştim – Ankara’dan TRT yetkilileri geldiler ve televizyonun profesyonel yayına başlayacağı haberini verdiler. Bu amaçla BBC’den eğitmenler gelmişti. İçimizde TV prodüktörü olmak isteyen olup olmadığını sordular. Biz de elimizi kaldırdık ve Ankara’ya gittik, gidiş o gidiş…

20 sene TRT’de kaldınız…  Babanız gibi polis olmak aklınızın ucundan dahi olsa, geçmedi mi?

Bir ara geçti açıkçası,  çünkü babam hukuk bilgisi çok üst düzeyde, kalemi kuvvetli, okuyan, araştıran, haksızlıkların karşısında duran, bize haram ekmek yedirmeyen, rüşvet yemeyen, hırsızlık yapmayan gerçek bir kahramandı benim gözümde. Hep babam gibi olmak isterdim zaten. Ama o, siyasetçilerin emniyet teşkilatı üzerinde çok ağır baskılar kurduğunun farkındaydı ve stresten dolayı kalp krizi de geçirmişti. Demişti ki, “Eğer bu teşkilat sahipli olsa, yani asker gibi olsa, ben girmeni isterdim. Ama bu çok sahipsiz bir teşkilat ve biliyorum ki, sen de benim gibi hayatın boyunca dürüst kalacaksın ve dolayısıyla da çok üzüleceksin. Onun için ne iş yaparsan yap, ama polis olma!” Ben de onu kırmadım. 

1992 yılında yayın hayatına tanıttığınız Arena programı belki de sizin için bir dönüm noktasıydı. Bu süreçte başınızdan geçen en ilginç anıyı bizimle paylaşır mısınız?

En ağırı, adımın o dönemin siyasetçileri tarafından Susurluk Çetesi’ne öldürülmek üzere verilmesidir. Ama Emniyet’in içinden bizi sevenler, bizim bu ülkeye ve bu ülkenin insanlarına hep iyilik amacıyla yayıncılık yaptığımızı bilenler bize telefonla durumu haber verdiler. Belki de meslek hayatımdaki en çarpıcı yüzleşme, yıllar sonra bu çetenin üyeliğinden hüküm giyen, eski özel harekât polisi Ayhan Çarkın ile Arena stüdyosunda yan yana gelip, onun benim gözlerimin içine bakarak, “Evet öldürülmenizi bizden istediler ama Abdullah Çatlı, ‘Uğur Dündar milletini vatanını seven bir insandır; bizim onunla ne gibi bir meselemiz olur?” demesidir. 

New-York Festivals Finalist Award da dahil 100’ü aşkın ödülünüz var, sizin için farklı bir yeri olan hangisi?

Benim için en önemlisi, 2 Mart 1996 tarihinde Engin Civan’ın İsviçre’deki gizli rüşvet hesaplarını ortaya çıkarttıktan sonra Hürriyet Gazetesi’ne “Bravo Gazeteci” manşeti ile geçmemdir. (Gazetenin ilk sayfası duvarında çerçeveli şekilde, asılı duruyor). Çocuklarıma bırakacağım en büyük ödül, en büyük miras budur işte. Herhalde başka hiçbir gazeteciye böyle bir ödül nasip olmaz, diye düşünüyorum. En azından bugüne kadar olmadı…

Hiç yaptığınıza pişman olduğunuz, keşke bu işe hiç bulaşmasaydım dediğiniz bir konu oldu mu?

Yok, yaptığım haberlerin hepsinin altına, bugün yine olsa, yine hiç çekinmeden imzamı  atarım. Çünkü hayatım boyunca olaylara hiçbir ideolojik gözlükle bakmadım. Çıkar ilişkisi nedeniyle hiç haber yapmadım. Tetikçilik yanımdan teğet bile geçmedi. Ben hep toplumun gerçekleri öğrenme hakkına hizmet amacıyla yaptım haberlerimi. Bunların içinde belki dozunu çok ağır tuttuğum haberler olabilir, ama onu o zamanki ruh halime bağlıyorum. Ama hem kurumsal anlamda, hem de evrensel anlamda mesleki ilkelerime ters düşen hiçbir şeyin altına imzamı atmadım. Dolayısıyla ben duvara karyola resmi çizer, karşısına geçer mışıl mışıl uyurum. Vicdani anlamda o kadar rahatım. 

Hayatınız başarılarla dolu, dürüst, tarafsız ve hatasız biri olarak tanınıyorsunuz. Peki, biri size “Uğur Dündar nasıl biridir?” diye sorsa, siz kendinizi nasıl tarif ederdiniz?

Adil olduğuma inanıyorum. Gerçekten de hak etmediğim 5 kuruşa el uzatmadığım gibi, milyonlarca doları da yeri geldi elimin tersiyle itmeyi bildim. Başkaları o paranın önünde tapınırlar. Onu verenlere de tapınırlar, ama ben ömrüm boyunca bu parayı kazanmayacağımı bilmeme rağmen, meslek ilkeleri, gazetecilik ahlakı, insani sorumluluğum ve aile terbiyem izin vermediği için hepsini elimin tersiyle ittim. Kendimi dürüst olarak tarif etmek istemiyorum, çünkü dürüstlük herkeste olması gereken bir özellik. Ben kendimi meslek ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir toplum hizmetkârı olarak görüyorum; o da adil olmayı gerektiriyor. Hele çocuklarım doğduktan sonra, son derece müşfik bir gazeteci haline geldim.

Gazetecilik / televizyonculuk mu daha zor, yoksa babalık mı?

Zor değil de, baba olmak daha büyük sorumluluk diyelim. Ne mutlu bana ki üç çocuğum var. Tabii ki, iyi ve çocuklarına örnek bir baba olmak ve öyle kalabilmek, onları insanlığa ve ülkelerine yararlı birer birey olarak yetiştirmek çok ağır bir sorumluluk. Mesleğinizin kurallarını bildikten sonra, ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldıktan sonra gazetecilik yapmak o kadar zor değil. Gazetecilikte tehlikeli olan meslek dışı labirentlere dalmaktır, oradan çıkmak imkânsız işte!

Mehmet Ali Birand ile kıyaslandığınızda, genellikle sizin onun kadar “öğrenci yetiştirmediğiniz”  söylenir.

Bence çok saçma, hatta komik bir eleştiri bu. Eleştiri bile değil, güldürü! Televizyonlarda, ‘özel haber’ adı altında çalışan, program yapan bütün arkadaşlar buradan yetişmedir. Şu anda pek çok televizyonun haber merkezinde bizim arkadaşlarımız çalışıyor. Arena çok güçlü ve bir o kadar da şaibesiz bir okuldur. Arena’da çalışanlar ve buradan ayrılanlar hakkında, “Şöyle bir firma kurdular da, piyasa ile şöyle bir ilişkiye geçtirler,” türünde bir spekülasyona asla rastlayamazsınız. 

 Haber programlarında ‘sponsorluk’ olayına sıcak bakıyor musunuz?

Ben sponsor kullanmamakla övünen bir insanım. Ana haber bülteni sunan, belli bir yaşın üstündeki ünlü anchorman’ler arasında sponsor kullanmayan tek kişiyim. Çünkü ben mesleki özgürlüğümü 2 metre bez için hiç kimseye kiraya veremem. Beni satın alabilecek para şimdiye kadar icat edilmedi. Zaten patronumuz da bize, sokaktaki insandan farklı olduğumuz için bu kadar çok para veriyor. Bunun amacı ekonomik özgürlüğümüzün ve dolayısıyla da mesleki özgürlüğümüzün devamını sağlamak ve onu güvence altına almak. O parayı cebime indirip, sponsorlara yaslanır ve avantacılık yaparsam hiç doğru davranmamış olurum. 

Öğretmenlik yaşantınızı az kişi bilir. Bir dönem İstanbul Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde öğretmenlik yaptınız sanırım. Halen devam ediyor musunuz?

Devam edemiyorum, çünkü günlük haber bizi son derece hızlı ve sürekli çalışmak zorunda bırakıyor. Ben her sabah buraya saat 09.30’ta gelirim ve eve dönüşüm akşam 21.30’u bulur. Günde 12 saat çalışan bir insanım. Çok istiyorum, birikimlerimi, deneyimlerimi, bilgilerimi genç kuşaklarla paylaşmayı ama genel duruşumla, cesur tavrımla gençlere örnek olduğum kanısındayım.

Uzun yıllar süren ‘İşte Hayatınız’ programından sonra, bu kez kendi hayatınızı mercek altına alıp kitaplaştırmak istediniz. Nedenini öğrenebilir miyiz?

Her şeyden önce çocuklarıma, nasıl bir babaya sahip olduklarını bilmeleri için belge bırakmak istedim. Kitap bu amaçla yazıldı… Ellerinin altında bulunması için… Çünkü internetteki bilgilerin birçoğu yanlış, geri kalanı da yanlı! Mesela benim doğum tarihim bile doğru değil. Doğduğum yer, Silivri Akeren köyü diye geçiyor, alakası yok! Orası annemin doğduğu yer. Benim doğduğum yer İstanbul, Atikali. İnsanın doğum yeri ile tarihi yanlış yazıldığına göre, geri kalanları artık siz düşünün. İnternet maalesef bana göre çok büyük bir yalan dünyası, içeride çok fazla sorumsuz el dolaşıyor ve sizinle ilgili saçma sapan bilgiler, sanki doğruymuş gibi okuyuculara sunulabiliyor. Onun için en doğrusu bizim kendimizi anlatmamız, diye düşündüm. Ayrıca mesleğimizde yetişen gençlerin de zorluklarla karşılaştıklarında başvurabilecekleri bir rehber kitap çıktı ortaya…

 Neden anılarınızı kendiniz kaleme almak yerine bir başkasına yazdırmaya karar verdiniz?

Son 2 -2,5 yıldır Arena programında sürekli olarak omuz verdiğim ve soruşturmacı gazeteci olarak başarılarına naçizane katkılarda bulunmak istediğim çok değerli arkadaşım Nedim Şener bu projeyi lütfetti, kabul etti. Ben kendim yazmak istemedim çünkü yeterince objektif olamayacağımı düşündüm. Hem daha objektif olsun, hem de Nedim’in bilgileri ve bakış açısı ile pekişsin diye onun editoryal özgürlüğüne hiç karışmadan yaşadıklarımı ellerine teslim ettim. 

Yılmaz Özdil ile müthiş bir ekip oluşturuyorsunuz. En beğendiğiniz yönü hangisi?

Ünlü yazarları, edebiyatçıları eserlerinden tanırsınız, hayran olursunuz. Ama ben kişisel yaşantımda yazılarını, öykülerini, romanlarını çok beğendiğim bazı yazarlarla  karşılaşıp onları yakından tanıdığımda, hepsinde olmasa bile bazılarında büyük hayal kırıklığı yaşadım. İnsani zaafları olduğunu gördüm. Bize yanlışı doğruyu anlatan bu insanların kendi hayatlarında çok farklı kişiliklere sahip olduklarını, inanılmaz insani zaaflarının bulunduğunu gördüm. Bazen de insan, eserlerinden tanıdığı bir yazarı gerçek hayatta  tanıyınca, hayranlığı daha da artıyor. İşte onlardan biri Yılmaz! Yılmaz’ı tanıdığınızda, “işte yazılarının adamı!” diyebiliyorsunuz. Delikanlı, sözünün eri, esprili, rahatlıkla sırtınızı dönebileceğiniz bir dost, hatta bir kardeş benim için.

Son dönemdeki Türkiye – İsrail gerginliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben azınlıkların bir arada yaşadığı,Türkiye mozaiğinin tüm yönleriyle sergilendiği bir semtte yıllarca oturdum. Kocamustafapaşa’da (Samatya) yaşarken Ermeni arkadaşlarımız vardı; çok sevdiğimiz insanlardı; ama onların Ermeni olduklarını hiç düşünmezdik. Rum arkadaşlarımız vardı, Rum oldukları aklımıza gelmezdi. Musevi arkadaşlarımız vardı; Musevi olduklarının ayırdında bile değildik. Onlar insandı, arkadaşlarımızdı, dostlarımızdı, bu ülkenin bireyleriydi, has vatandaşlarıydı. Ne zaman ki, bir gün Samatya’da yaşayan Ermeni arkadaşlarımız gözlerinde yaşlarla “Biz artık Arjantin’e gidiyoruz,” diye vedalaşmaya geldiler, o zaman anladım ki, onlar Ermeni! Sarıldık, öpüştük ve onları hüzünle uğurladık. Böyle bir ortamda yetişen bir insan için her şeyden önce insanların erdemleri ön plana çıkıyor – gerçekten değerli bir insan mı, değil mi? Etnik kimliği ne olursa olsun… Etnik kimlik düşünmek, ırk, milliyet ve cins ayırımı yapmak bana utanılacak bir şey gibi geliyor. Böyle baktığınızda, bir “İnsani Yardım” gemisi silahsız olarak gidiyor. Tamam, uluslararası hukuk kurallarını zorlamış olabilir, ama o gemiye silahlı askerlerin baskın yapmasını, can kayıplarına yol açılmasını kabul edebilmem mümkün değil. Daha doğrusu bu olaya eleştirmeden bakabilmem mümkün değil. Çok yazık oldu! Bu olay hepimizi çok derinden sarstı. Çok farklı yöntemler kullanılabilirdi. Zaten hepsi yazıldı çizildi. Ama Gazze’ye yardımın da, Türk Kızılay’ı dururken başka kuruluşlar tarafından yapılmasını gerektiren herhangi bir zorunlu neden olduğunu düşünemiyorum. Kızılay 60 yıldır Gazze’ye yardım ediyor, halen de yardımını devam ettiriyor. Gösterişsiz, gürültüsüz, patırtısız, uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde bu yardımı yapıyor. Ben Gazze’ye yardım kampanyası başlatmış ve yaklaşık 5 trilyon lirayı bir gecede toplayarak Kızılay’a teslim etmiş biriyim.

Sizce ilişkiler eskiye döner mi? Bunun için ne yapılması gerekir?

Hükümetler yanlış yapabilirler, yönetimlerin hataları olabilir, ama bu birbirine komşu olan, birbirleriyle çok önemli tarihi bağları bulunan ve zor zamanlarında birbirlerine her zaman yardımcı olan iki ulusun düşman olacakları anlamına asla gelmez. Ben böyle bir olasılığı kesinlikle kabul etmiyorum. Mutlaka zaman içerisinde bu yönetimsel sorunlar bir barış çerçevesi içinde çözümlenecektir. Böyle bir olayın bir daha da yaşanmamasını diliyorum.

Her zaman bu kadar genç ve yakışıklı görünmenizi neye borçlusunuz?

Açıkçası aynaya bakıp da, “Ben nasıl bir insanım?” diye hiç düşünmedim (gülüşmeler…). Ben sadece aynaya tıraş olmak için bakarım ve tıraş olurken de, “Çok şükür, ne mutlu bana ki, karşımda gördüğüm yüze tükürmek içimden gelmiyor!” diye düşünürüm. En önemli yargılama yeri orasıdır bence, en yüce yargı aynadır. Eğer aynada gördüğünüz hayalinizden mutsuz olmuyorsanız, ne mutlu size!

Çok teşekkürler…