Bir Cannes macerası

Bu sene hayatımda ilk defa hep duymuş olduğum Cannes Film Festivalinde bulunma şansına sahip oldum. 12-23 Mayıs 2010 tarihleri arasında gerçekleşen festival ile ilgili deneyimlerimden, görmüş olduğum filmlerden ve bulunmuş olduğum basın konferanslarından söz etmek istiyorum

-
16 Haziran 2010 Çarşamba

ÖN BİLGİ, FESTİVAL SARAYI

Öncelikle daha önce hiç Cannes’da bulunmamış olan ve merak edenleriniz için kısaca Festival Sarayı’ndan ve içinde yer alan bölümlerden bahsetmek istiyorum. Bu festival alanına girebilmek için ya basın mensubu olmanız ya da film dünyasıyla bir ilginizin olup gerekli başvuruyu yapmış olmanız gerekiyor. Yani kapıda buna dair giriş belgenizi göstermeden, saraya adım atamıyorsunuz. Bunlarsa çeşitli kategorilere ayrılmış durumda.

Festivalin en alt katında kısa filmcilerin ve genç yönetmenlerin filmlerinin, seminerlerinin yer aldığı ‘Short Films Corner’ bulunuyor. Burada kısa filmciler hem filmlerini gösterme, hem çeşitli konularda uzmanlardan bilgi veren seminerlere katılma ve de iş bağlantıları kurma fırsatına sahip oluyorlar. Biraz daha ilerlediğinizde alt katta dağıtımcı ve yapım firmalarının fuarı karşınıza çıkıyor.

Sarayın ikinci katında bir basın odası var. Üçüncü katta kablosuz internet bağlantı alanı ve de basın konferanslarının yer aldığı salonlar yer almakta. Tüm dünyadan gelen basın mensupları burada yönetmenlere, oyunculara ve yapımcılarla röportaj yapma fırsatını buluyorlar. Tabii ki bunun dünya basını olduğunu ve herkesin içeri giremediğini söylemeliyim. En üst katsa jüriye ayrılmış durumda. Onlara ait bir teras ve dinlenme alanları var. Bunların yanı sıra yarışma filmlerinin ve galaların kırmızı halı eşliğinde yapıldığı çok şık ‘Grand Lumiere Theater’ sinema salonu yer almakta. Bu salona elinizde özel bir davetiye olmadan ve de bayanlar için tuvalet, erkekler içinse smokin giymeden girmek mümkün değil. Son derece şık ve ışıltılı bir ortam ve şahsen görmüş olduğum en güzel sinema salonlarından biri. O kadar çok güzel film birden gösteriliyor ki aynı zamanda, hepsine birden yetişmek mümkün değil. Diğer sinema salonlarında da basın gösterimleri yapılmaya devam ediliyor.

FİLM GÖSTERİMLERİ VE BASIN KONFERANSLARI

Festivalin açılış filmi ülkemizde de sinemalarda gösterilen ‘Robin Hood’ filmiydi. Ridley Scott’ın yönetmiş olduğu Robin Hood basın konferansı filmin oyuncularının ve yapımcısının onu temsil etmesiyle gerçekleşti. Russel Crowe ve Cate Blanchett’in de bulunduğu basın toplantısında filmin daha önceki örneklerinden daha politik ve ciddi bir tavrı olduğundan ve kendi oyunculuk deneyimlerinden bahsettiler. Blanchett tam bir yıldız gibi mütevazı bir gülümsemeyle parlarken, Crowe biraz ukala fakat esprili bir tavırla basının sorularını yanıtladı.

Bu sene En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Mathieu Amalric’in 4. uzun metraj filmi ‘Tournee’ festivalin kanımca gerçekten de en güzel filmlerinden biriydi.  Mathieu Amalric’in yönetip aynı zamanda başrol oyunculuğunu yapmış olduğu filmde, filmin kahramanı, Parisli eski bir televizyon yapımcısı olan Joachim her şeyi geride bırakmıştır-çocukları, ailesi, dostları, düşmanları ve yeni bir hayat yaşamak üzere Amerika’ya gitmiş olmasından ötürü pişmandır. Yanında striptiz göstericileriyle birlikte romantik hayallerle Paris, Fransa’ya geri döner. Parasız bir şekilde yanında gösteri kızlarıyla şehirden şehre giderlerken ortaya fantastik, sıcak ve bol renkli bir atmosfer çıkar. Her ne kadar Paris hayalleri eski bir arkadaşı tarafından ihanete uğraması sonucu gösteri yapacakları mekân ellerinden gitse de bu yolculuk hepsi için rüyayla kâbus karışımı bir deneyim olur.  Festivalin jüri başkanı olan Tim Burton bu filmin yönetmeninin en iyi yönetmen ödülü almasındaki etkenlerden birinin ilk izledikler ve içlerini ısıtan, gerçekçi olmasına rağmen renkli ve fantastik bir yanı olmasından kaynaklandığını dile getirdi. Kanımca da gerek kızların göz alan gösterileri, gerek samimi performanslarıyla, gerekse rengârenk görselliğiyle ‘sihri, büyüsü olan’ bir film diyebilirim. Sahnedekileri gerçek hayata da taşıyan yönetmen, performans yapan bayanları aynı abartılı, renkli kostümleriyle kapanış gecesi töreninde ödülünü almaya giderken yanına çağırmayı ihmal etmedi.

Woody Allen’in en son filmi You Will Meet a Tall Dark Stranger festivalin en keyifli, eğlenceli filmlerinden biriydi. Tamamen değişik karakterler ve onların birbirleriyle olan ilişkileri üzerine kurulmuş olan film adından da anlaşılacağı üzerine hep falcıların karşımıza çıkardığı “Uzun, esmer bir yabancıyla tanışacaksın” klişesi üzerine kurulmuş. Bocalayan bir yazar, onun kocasından ayrıldıktan sonra kafayı fallarla bozmuş olan annesi, yaşlılığını kabullenemeyip girdiği krizden dolayı bir hayat kadınına aşık olan Anthony Hopkins ve kocasının arkasından çevirdiği işlerden haberi olmayıp, kendisi de patronundan hoşlanan fakat sonunda arkadaşından da, kocasından da, annesinden de kazığı yiyen Naomi Watts. Dolu dolu keyifli bir film. Şahsen ben Woody Allen filmlerinin tadını ve havasını bu filmde kesinlikle hissettim.

Basın konferansında Woody Allen’a artık neden filmlerinde oynamadığı sorulduğunda esprili bir cevap verdi, “Eskiden gençken güzel kızları kapan ben olurdum, artık güzel kızları kapamayacak kadar yaşlandım. O yüzden bu rolleri artık genç oyunculara veriyorum.” Yahudi sinemacıların göz nuru yazar, yönetmen ve oyuncu olan Woody Allen’ı yakından görmek ve söyleşisine dahil olabilmek başlı başına en ilham verici deneyimlerden biriydi.

La Princesse de Montpensier filmi yarışmada herhangi bir ödül almamış olmasına rağmen son derece duygusal bir aşk hikâyesiydi. Güzel ve zengin bir prensesin anne, babasının zoruyla âşık olduğu adam yerine, ona uygun görülen bir adamla evlenmek zorunda kalması fakat ilk aşkının onun peşini bırakmaması üzerine başlayan film, sonunda prensesin sahip olduğu her şeyi elinin tersiyle iterek ve her şeyi göze alarak aşkının karşısına geçmesi ancak âşık olduğu adamın başka bir kadınla olmak istemesi üzerine onu reddetmesi sonucunda hüsranla biten acı bir aşk hikâyesi. Güzel bir Fransız dönem filmi olduğunu düşünmekle birlikte, daha fazla kadın seyirciye hitap ettiğini düşünüyorum.

Countdown to Zero

Lucy Walker tarafından yapılmış bu film belgesel meraklılarına! Nükleer silahları ve global korunmayı ele alan bu belgeselde bir bilinçlendirme ve uyandırma söz konusu. Belgesel film sevenlerin izlemesini önerdiğim, insanlık uğruna yapılmış bir film.

Chatroom

Hideo Nakata’nın son korku filmi! Kendisi Japon ‘Ringu’ korku filmi serisinden bilenleriniz olabilir. Daha sonra kendi yönetmenliğini yapma şartıyla Amerika’da filmin yeniden yapımını gerçekleştirmişti. Son derece uluslar arası çalışmayı seven Japon yönetmen, bu sefer de İngiltere’de genç İngiliz oyuncuların yer aldığı bir psikolojik, gerilim filmini yapmış.

Sanal alemleri, orada tanıştığımız insanları ve sanal dünyanın gerçek dünyaya taşabilecek olan tehlikelerinden bahseden film özellikle bu türün örneklerini farklılığı, yaratıcılığı ve iyi işlenmiş karakterleriyle gönüllerinde taht kurma potansiyeline sahip. Yine de izleyici hedef kitlesinin daha çok gençler olduğunu ön görüyorum.

Fair Game

Doug Liman’ın yönetmenliğini yapmış olduğu bu politik filmde Naomi Watts ve Sean Penn başrolde karı koca olarak yer almakta. Bush’un ve Amerika’nın son yıllardaki savaş politikasını ve Amerika’nın kendi halkının da nasıl oyuna geldiğini ve kandırıldığını, onların da bu yersiz, yalan yere çıkmış savaştan manevi anlamda da olsa yaralar aldıklarını gözler önüne seren iddialı bir film.

The Tree

Kadın bir yazar-yönetmen olan Julie Bertuccelli’nin filmi, festival seremonisinin kapanış filmiydi. Mutluca yaşayan çok çocuklu bir ailenin, çocukların babalarını, anneninse kocasını kaybetmesi üzerine yaşadıkları buhranı ve giden babanın yerini bir ağaçla kapamaya çalıştıkları bocalama zamanlarını ağaç metaforu üzerinden giderek anlatan çok duygusal ve tüyleri diken diken ettiği gibi, aile dayanışması ve birlikte ayakta durmalarıyla da içinizi ısıtan dramatik bir aile filmi. Kapanış filmi olarak seçilmesinin bir nedeni de salondan ayrılırken sizde bıraktığı melankoli duygusu olabilir.