'360 Derece'de bu hafta

Prof. Yasemin İnceoğlu, ŞALOM için kaleme aldığı makalesinde özellikle basında karşılaştığımız nefret söylemine dikkat çekiyor ve yapılabilecekler konusunda öneriler sunuyor…

Prof. Yasemin İNCEOĞLU Şalom
2 Haziran 2010 Çarşamba

Baskı araçlarından biri olan ‘dil’in kullanıcıları örtük ya da açık bir biçimde kendi ideolojilerine koşut olduğunu düşündükleri veya etkilendikleri değerleri içeren söylemlere göndermeler yaparlar. Eskiden manşetlerde gördüğümüz ‘Pis Çingene’, ‘Korkak Yahudi’, hatta geçmişte bir bakanın çekinmeden söylediği ‘Ermeni Dölü’ türünden sözcüklerin artık günümüzde sayfa/satır aralarına veya köşe yazılarına kaydığına tanık oluyoruz.

‘Sembolik seçkinler’ söylemleri ile kamunun zihinsel denetimini ellerinde tutarlar. Dışlayan, ötekileştiren, zaman zaman da hedef tahtası haline getiren nefret söylemleri ‘abartı, çarpıtma, aşağılama’ taktiklerine başvurarak çeşitli gruplara yönelik düşmanlığı yaratmakta ve pekiştirmektedir. Türkiye’de yakın zamanlarda yürütülen bazı kampanya örnekleri nefret söyleminin varlığını çok net biçimde ortaya koyuyor:

“Kürt nüfus azaltılsın, Kürtler kısırlaştırılsın”

“Lezbiyenlere tecavüz ederek onları topluma kazandırabiliriz”.

“Köpeklere giriş serbesttir. Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez”

1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin nefret söylemi ile ilgili bir tavsiye kararı var. Bu kararda nefret söylemi şöyle tanımlanmış: “Irkçı nefret; yabancı düşmanlığı, antisemitizm ve hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimi. Hoşgörüsüzlüğe dayalı nefret, saldırgan milliyetçilik ve etnik merkeziyetçilik, ayrımcılık ve azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli kişilere karşı düşmanlık yoluyla ifade edilen hoşgörüsüzlüğü içermektedir” diyor.

İnternette de ırkçı nefret söylemin çok hızla yayıldığını görüyoruz. Türkiye halen Avrupa Konseyi Siber Suçlar Sözleşmesi ırkçı/yabancı düşmanlığı içeriği cezalandıran ek protokolünü imzalamadığı gibi,  Birleşmiş Milletler (BM) Irkçılıkla Mücadele Sözleşmesi’ni yürüten Komitenin 2009’da eşitliği güvence altına almaya ek olarak ayrımcılıkla mücadeleyi içeren açık düzenlemeler getirmemizi talep etmesine karşılık herhangi bir tepki vermemiştik. Diğer yandan, 3000’e yakın kapalı sitenin kapatılma ölçütlerinin arasında ırkçılık ve ayrımcılığın olmaması da çok düşündürücüdür.

Medyada biz-onlar, güçlü-güçsüz, ötekileştirme mevcut. Medya ötekileştirdiği grubun insani değerini inkâr eden, onlara uygulanan şiddet ve aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabiliyor. Bir takım tanımlamalar, ölçüler, öngörüler üzerinden hareket ediyor.

Örneğin şu başlıkları artık kanıksar ve içselleştirir olduk. “Eşcinsel öğretmen işten kovuldu”, “Yunan tacizciye linç girişimi”, “Yahudi iş adamının borç intiharı” gibi… Hâlbuki “Türk tacizci”, “heteroseksüel öğretmen” veya “Türk işadamı” gibi başlıklar kullanmıyoruz. Diğer yandan, eşcinsel öğretmenin işten kovulması, tacizciye linç girişiminde bulunulması veya borcu olan herkesin intihar etmesi adeta suçu haklılaştırıyor ve hatta meşrulaştırıyor.

TGC’nin Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nde şöyle diyor; “Gazeteci başta barış, demokrasi, insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararası nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.”

Danışma Kurulu Üyesi bulunduğum “Ulusal Basında Nefret Suçları:10 Yıl 10 Örnek” adlı projenin kitapçığı geçtiğimiz günlerde proje yürütücüsü Sosyal Değişim Derneği tarafından basına tanıtıldı. Projeye Açık Toplum Vakfı, Global Dialogue ve Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu sponsor oldular. Basın toplantısına ana akım medyanın rağbet etmemesi, henüz bu konuya yeterli duyarlılık ve önemi göstermediğinin önemli bir göstergesi.

Projenin amacı tırmanışa geçen milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı vs. sonucu artan nefret suçları hakkında kamuoyu ve medyadaki farkındalığı yaratmak/ arttırmak, nefret suçlarının haberleştirilme sürecinde ulusal basının nefret haritasını gözler önüne sermekti. 20 ulusal gazete 2008 yılından geriye gidilerek on yılı kapsayacak şekilde tarandı, 30.000 haber içinden projenin hedefleri doğrultusunda öne çıkan 200 örnek haber arasından danışma kurulu üyeleri on örnek haberi seçti. Çalışmanın bazı önemli sonuçları şöyle:  Etnik ayrımcılık, ırkçı ve ulusal kimliklere yönelik nefret söylemi, siyasal eğilim, toplumsal statü, cinsel kimlik, cinsel yönelim, bedensel engellilik, mülkiyet ve eğitim durumuna yönelik nefret söylemine göre görece daha yoğun yer almaktadır. Cinsel yönelimlere ilişkin nefret söyleminin hemen hemen her gazetede özensiz ve hatta başlık ve içerikte negatif eklemeler yapılarak kullanıldığı gözlemlenmektedir. Nefret söyleminin sıradanlaştırılıp, günlük yaşamın bir parçası haline getirildiğini ve medyanın ‘maganda dehşeti’, ‘alçak’, ‘tecavüzcü’ vs. gibi haber başlıklarıyla zaman zaman tiraj kaygısıyla yargısız infaz yaptığı, belli dönemlerde örneğin; 24 Nisan veya 21 Mart tarihlerinde Ermenilere ve Kürtlere karşı milliyetçilik dozunun arttırdığı saptanmıştır. Ancak burada atlanmaması gereken önemli bir ayrıntı da,  medyada nefret söyleminin her zaman kasıtlı ve bilinçli olarak değil, çoğu zaman da farkında olmadan, alışılagelmiş bir refleks olarak ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada, “Kemikleşmiş alışkanlıklardan nasıl kurtuluruz?” sorusu gündeme gelmektedir.

Peki, bu konuda neler yapılabilir. İşte birkaç öneri:

- Nefret söylemi izlenmeli ve raporlanmalıdır. Demokrasilerde en etkili yöntem deşifre etmektir.

- TCK’da nefret suçunun tanımlanması gerekmektedir ancak şüphesiz cezai yaptırımların yanı sıra, toplumsal mekanizmalara özellikle de sivil toplum girişimlerine de büyük rol düşmektedir. Ancak STK’lar ülkemizde ne yazık ki tabandan kopuk  ‘elitist’  bir yapı içerdiklerinden, etkileri kısıtlı olmaktadır.

- Meclis’te Nefret Suçu Komisyonu oluşturulmalıdır.

- Medyayı bu konuda bağlayıcı yasalar çıkarılmalı, medya çalışanları eğitilmelidir.

- Gazetelerde, özellikle de gazetelerin internet sayfalarında yayınlanan yazılarda nefret söylemi oldukça yoğundur. Bu konuda nefret söylemi içeren yazılar yorumlarla protesto edilebilir.

- Gazeteciler, akademisyenler, hukuk danışmanları, STK temsilcileri ve en önemlisi nefret söylemine en çok maruz kalan gruplar ortak bir platformda bir araya gelmelidir.

Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu kimdir?

Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, 1961 yılında İstanbul’da doğdu.1983 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora (1990) derecelerini Marmara Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. 1993 yılında üniversitenin aynı bölümünde doçent, 1999 yılında ise profesör unvanını aldı. Prof. İnceoğlu, 2004 yılından beri Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesidir.