KAMPLARIN ARDINDAN… Paylaşmaya devam!

Bu hafta sizlerle, March of the Living gezimizin son bölümünü paylaşıyorum. Geçen hafta başladığımız yazı dizisinin bu son bölümünde, bir kez daha gençlerimizin duygularına ve bu geziye ikinci kez katılan Rav Nafi Haleva’nın en yoğun hislerine kulak veriyoruz. Artık darısı gelecek senenin başına. Yine kalabalık, heyecanlı ve paylaşımcı bir grupla…

Aylin YENGİN Perspektif
20 Mayıs 2010 Perşembe

Tarihe kazınmış izlere tanıklık etmek, masum insanların işkence çekerek, gaz odalarında öldüğünü düşünmek benim için çok zor ve karmaşık bir duyguydu. Her şeye rağmen olayları en ince ayrıntısına kadar dinlemek ve öğrenmek benim için çok güzel bir tecrübeydi. En önemlisi de, bütün yolculuk boyunca bizimle birlikte, kamplardan kurtulan Miriam’ın olmasıydı. Beni en çok onun anlattıkları etkiledi, hele kolundaki numarasını görmek bence bu olayların en gerçek kanıtıydı. Tüm bu yaşananlara hepimiz “Neden?” veya “O dönemde Tanrı nerdeydi?” diye soruyoruz, ama hiçbirimiz yanıt bulamıyoruz. Aylin Franko

Polonya’ya gitmeden önce, orada göreceklerimi düşünmüştüm. İçimde korku ve heyecanla karışık bir duygu vardı. İlk gittiğimiz yerin bir mezarlık olması bu duygunun pekişmesine yol açtı. Oysa benim esas görmek istediğim yerler kamplar ve gaz odalarıydı. Açıkçası ilk ziyaret ettiğimiz gettolarda Holokost’tan geriye pek bir iz kalmadığını görünce biraz hayal kırıklığına uğradım, ancak daha sonra gördüklerim beni fazlasıyla etkiledi. Kampları, gaz odalarını ve bir zamanlar, tıpkı bizim gibi insanların giydikleri ayakkabıları gördük. Bizim yaşlarımızda veya bizden daha küçük çocukların yaşadıklarını düşünmek acı vericiydi. Yapılan işkencenin ne kadar insanlık dışı olduğunu, bir ulusun hayvan yerine konulup kullanıldığını gördüm. Ayrıca bu durum karşısında tüm dünyanın sessiz kalmasının nasıl bir şey olduğunu, yaratıcı rehberimiz Dvora’nın değişik aktiviteleri sayesinde öğrendim. Belki biraz yorucu, duygu yoğunluğu fazla olan ve acı veren bir deneyimdi, ama insanların Holokost sırasında yaşadıklarının yanında bu zorluklar hiç kalır. İşin en acı kısmı ise, bugün kanıtlar hâlâ ortadayken, bu yaşananları inkâr etmeye çalışanların olması. Bizim o zorlukları yaşamış ve Holokost sırasında ölmüş olanlara karşı sorumluluğumuz ise onları unutmamak ve yaşanan olayları nesilden nesle aktararak hatırlanmasını sağlamaktır. Herkesin bu duyguları paylaşmak için bu etkinliğe katılmasını öneririm. Unutmamak ve unutturmamak adına… Serhan Delareyna

Polonya’ya hepimiz, Holokost sırasında neler olduğuna dair az çok bir bilgiyle gittik. Filmlerden, kitaplardan veya konferanslardan edinilmiş bilgilerle. Orada ne duyduklarımıza şaşıracak, ne de rakamlar bizi korkutacaktı. Oysa biz bu gezimizde SS’lere, Nazilere, Hitler’e, bir tek canı bile milletimizden koparmış her varlığa lanet ettik. Akıl almaz ölümlerin ne dolambaçlı ve ne pis yollardan geçtiğini detaylı bir şekilde öğrendik. Akla, vicdana sığmayan, sırf eğlence olsun diye adam öldüren; krematoryumda insanlar yakılırken oradan elde edilen ısıyla duş yapan psikopatlar olduğunu da. Öğrendiklerim konusunda en çok sorguladığım kelime ‘insanlık’ oldu, çünkü öldürenler insanlıktan zerre kadar nasiplerini alamamışlardı ve öldürülenler de insanlık vasfından çıkmışlardı. Polonya’da gettolara kamplara ve sinagoglara gittik. Tabii ki bizi en çok etkileyen kamplar oldu ve Majdanek en korkuncuydu; çünkü her şey olduğu gibi kalmıştı. Gördüklerimiz filmlerdeki gibiydi, ama daha yakın ve daha gerçekti. Bizimle tura katılan Miriam 80’li yaşlarına, hayat dolu ve sportifti ve onca rezilliği, sefaleti, insafsızlığı yaşamasına rağmen şaşılacak derecede mutluydu. Ondan öğrendiğim en önemli şey: şu hayatta başımıza her ne gelirse gelsin umudunu ve Tanrı’ya olan inancını yitirmemek gerektiğiydi. Anladım ki, hayat Yahudiler için hiç kolay olmamış, ancak her şeye ve özellikle de Holokost’a rağmen hâlâ varlığımızı sürdürebiliyoruz. Bazen varlığımız bana mucize gibi geliyor! Sonuç olarak bu gezimizden Musevi olmaktan gurur duyarak döndüm. Milliyeti, dili, rengi ne olursa olsun her Yahudi’nin, uzak ya da yakın evlerinden kalkıp, katledilen 6 milyon günahsız insanın uğruna March of the Living’e katılması çok ama çok etkileyiciydi. Ulusumuz için benim umudum var, bunca zaman var olmamız sebepsiz olmamalı... (Bu arada son günlerimizi mahsur kalarak, ağlayıp zırlayarak geçirmiş olabiliriz; ama her şerde bir hayır vardır, öyle değil mi? En azından bir macera yaşamış olduk ve ayrıca Aylin Yengin, Röne Kaspi, Berti Bora gibi haklarını ödeyemeyeceğimiz insanları tanımış olduk…) Rakel Sivilya

Herkesin hayatında mutlaka gerçekleştirmesi gereken bir gezi olan March of the Living’e katılarak, ben de Holokost hakkında herkesin bildiklerinden farklı bir şeyler öğrenme fırsatı buldum. Benim için Holokost’u unutmamak ve unutturmamak amacıyla başlayan gezi daha ilk günden bir sürü cevaba dönüşmeyi başarmıştı bile. Beni en çok etkileyen, II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan insanlık dışı olayların yanı sıra, dünyada hâlâ iyi insanların olduğunu kanıtlayan bir olaydı. Holokost döneminde Yahudilere yardım eden, onları saklayan herkes cezalandırılıyordu, üstelik ölümle. Biz de bu uğurda öldürülmüş beş çocuklu bir aile için dikilmiş olan anıtı ziyaret ettik. Aile birkaç Yahudi’yi kurtarmanın bedelini kendi hayatlarıyla ödemişti. O sırada hemen aklıma bir soru geldi: “Acaba ben olsam ailemin hayatı pahasına Yahudi dostlarımı kurtarır mıydım?” Tabii şu anda bu soruya cevap vermek imkânsız; tıpkı diğer onlarca soruya olduğu gibi. Oturduğumuz yerden insanları suçlamak, “Ben olsam şöyle ya da böyle yapardım,” demek çok basit, ama buna hakkımız yok. Oraya gidip her şeyi ayrıntılarıyla öğrenince bunu anlıyoruz. Gezimizin esas amacı hâlâ hayatta olduğumuzu göstermek, bizi kimsenin yok edemeyeceğini dünyaya bir kez daha haykırmaktı. Ama her şeyden önemlisi bunları unutmamak için yaptığımız yaşam yürüyüşüydü. Gezinin ikinci günü gerçekleştirdiğimiz bu yürüyüşten etkilenmemek mümkün değildi. Binlerce genci ellerinde İsrail bayraklarıyla görünce insanın içi kıpır kıpır oluyordu. Yürüyüş hakkında unutamayacağım sahne ise kampın girişindeki ‘Arbeit Macth Frei’ tabelasının altından geçişimizdi. O tabelanın altından, rehberimiz Dvora’nın önderliğinde, ‘Eli Eli’ adlı şarkı eşliğinde geçtik ve de o an yaşadığımız birlik ve beraberlik duygusu, herkesin gözlerindeki umut dolu bakışlar, insanlığın görmeye hasret duyduğu bir şeydi.  Cefi Halegua

 Sevgili March of Living 2010 Ailesi,

Aile diyorum çünkü on bir günlük bir süre içinde birliğimiz ve aramızdaki ahenk son ana kadar bozulmadı. Hepimiz zorlukların nasıl üstesinden gelebileceğimizi ve potansiyelimizi keşfetme fırsatını bulduk. Herkes birbirine destek olmaya çalıştı. Belki yaşadığımız dönüş mücadelesi esnasında çoğumuzun aklından March of the Living sırasında hissettiğimiz Yahudi kimliği ve yoğun duygular silindi. Ama sonu zorlu bitse de, bu duygulu yolculukta geçirdiğiniz her anı tekrardan düşünüp bir hayat dersi çıkarın. Ben bu geziye ikinci kez gelmiştim. Elbette bu kez farklıydı. Turun bitişinden dönüşümüze kadar yaşanan değişik bir tecrübeydi. Ama düşününce, bununda aslında yürüyüşün bir parçası olduğunu anladım. Bu zor anlarda her birimizin yapması gereken, şükretme duygusunu harekete geçirmek ve farkında olabilmek. Genel anlamda kim olduğunu görebilmek ve bu farkındalıkla yeni bir başlangıç yapabilmek. Bu gezimizde ben şükretmeyi, zorlukları aşarken küçük şeylerle mutlu olabilmenin önemini ve çocuklarımıza zor anlar yaşamadan da bu duyguyu öğretmenin gerekliliğini hissettim. Çocuklarımıza her şeyin en güzelini vermek isteriz, ama yaşam bir gemi bir yolculuğuna benzer. Bazen o yolculukta fırtınalar ve güçlü dalgalar olabilir. Çocuklarımız mücadele etmeyi ve zorlukların da olabileceğini öğrenmelidir, şükretmeyi ve bazı durumlarda elindeki ile yetinerek mutlu olmayı bilmeleri gerekir. Bu bilince sahip olmazlarsa gemi karaya çarpabilir. Evimize sağ salim gelmemizi sağladığın için en büyük teşekkürler Tanrı’ma. Bize elimizdeki ile mutlu olma becerisini bizlere öğret ki daima sana şükredebilelim. Rav Nafi Haleva