'360 Derece'de bu hafta

“Yahudisiz pazar, tuzsuz çorbaya benzer”(Arap Atasözü)

Doç. Dr. Nuh Arslantaş, Yahudilerle Müslümanların tarih içindeki ortak yaşamını ve birbirlerinden etkileşimlerini anlatmaya devam ediyor

Doç. Dr. Nuh ARSLANTAŞ Şalom
15 Eylül 2010 Çarşamba

İslâm dünyasının ilk üç asrı (miladi VIII-X. asırlar), sosyo-kültürel ve iktisadî açıdan muazzam bir canlılığa şahit olmuştur. Yaygın bir şehirleşmenin, para ekonomisine dayalı canlı bir ticarî hayat ve yoğun nüfus hareketlerinin yaşandığı bu dönemde yeni kurulan şehirlere başlayan akınla İslâm toplumuyla bütünleşmeye başlayan Yahudiler, birkaç nesil sonra şehirlerdeki yeni imkânlar sayesinden toplumsal bir dönüşüm de yaşamıştır. Mesleki gettoların olmaması sebebiyle başta ticaret olmak üzere istedikleri mesleklerde rahatça faaliyet göstermiş, İslâm toplumuna tam anlamıyla entegrasyonlarına paralel olarak değişik iş kollarına yönelmiş, bazılarında da sadece onlar söz sahibi olmuşlardı. Yahudilerin Talmudik dönemden beri süregelen kırsal kültürden şehir kültürüne geçişi de bu asırlarda gerçekleşmiştir. Bugünkü dünya ekonomisi, siyaseti ve kültürel hayatındaki Yahudi katkısında, bu dönemlerde kazanılan bilgi ve tecrübenin azımsanmayacak bir katkısının olduğunu söylemek mümkündür.

İslâm şehirlerinin ekonomik ve kültürel merkezler haline dönüşmesiyle beraber Yahudiler, İslâm medeniyetine dahil olmakla kalmamış, bu yeni medeniyetin etkisiyle yeni bir Yahudi kültürü de ortaya koymuştur. İslâm hakimiyetinden önce Yahudiler Helenizmden fazlasıyla etkilenseler de putperest bir topluluğun mahsulü gördükleri için Helen bilim ve medeniyetinden ‘bozulmamak ve kaybolmamak için uzak durmayı’ tercih etmişlerdi. Ancak İslam medeniyetine tavırları farklı olmuştur. Ortaçağ dünyasına her manada hakim olan bu medeniyetten kendi istekleri ile verimli bir kazanç sağlarken, bağımsızlık ve bütünlüğünü Yunan-Helen medeniyetinden daha iyi koruyabildikleri için bu medeniyetle (İslâm medeniyeti) başka hiçbir medeniyetle olmadığı kadar çok yakın ve verimli bir birliktelik yaşamışlardır.

Belli ekonomik standart ve özgürlüğün yakalanması, Yahudileri bilim ve sanat alanında da özgün eserler vermeye sevk etmiştir. Her din ve ırktan milletin kendini rahatça ifade imkânı bulduğu İslam toplumundaki özgürlükçü ortamda Yahudiler İslâm düşünce ve ifade tarzını benimsemiş, bu fikrî ve kültürel ortamdan etkilenmekle beraber bu ortama belli oranda katkı da sağlamışlardır. Miladi IX. ve X. asırlar, Yahudi tarihi açısından da ‘Altın Çağ’ kabul edilmektedir. Yahudiliğin de her yönüyle tekâmül ettiği bu çağda Yahudi hukuku, ibadeti ile dinî şiir ve edebiyatı sistematik hale getirilmiş ve bu gün dahi elden düşmeyen, kaynak vazifesi gören klasik metinler ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasındaki bilimsel mirasın gelişmiş verilerini özümseyen Yahudi bilim adamları bu mirastan faydalanarak din ve hayatın temel meseleleri için yeni bir Yahudi yaklaşım tarzı da geliştirmişlerdi.

İslam dünyasında özellikle Moğol istilâsından sonra başlayan hızlı gerileme, Batıda Osmanlıların İslam dünyasının kaderini yeniden ellerine almaları ile tekrar yükselişe geçmiştir. Doğu İslam dünyasında Abbasi, Fatımi ve Memlük halklarının gerileme ve çöküş kaderini paylaşan Yahudiler, Osmanlılarla birlikte yükseliş kaderine de ortak olmuşlardır. Roma-Bizans döneminden beri Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Romanyotlar; Fatih, Yavuz ve Kanûnî dönemlerinde doğu bölgelerindeki toprak kazanımları ile Osmanlı hakimiyetine giren Araplaşmış Yahudiler (Müsta’ravim/Mizrahim) ile kökenleri sürgün ve iskânlara dayanan Aşkenaz ve Sefarad Yahudi cemaatleri, varlıklarını Osmanlı hakimiyetinde özgür bir şekilde devam ettirmişlerdir. Özellikle 1492 yılında İspanya’dan sürülen Sefarad Yahudileri, beraberlerinde getirdikleri insan gücü, bilgi ve zenginlikle, küçülmekte olan Doğu Yahudileri için taze bir kan olmuş, dindaşlarının o sırada yükselme süreci başlayan Avrupa dünyasına açılmalarını da sağlamışlardı. Sarayda sultanların danışmanı, banker ya da hekimi olarak önemli vazifeler işgal eden Yahudiler, XV. asrın sonu ile XVI. asırlarda aklî ve dinî ilimlerde de önemli başarılara imza atmışlardır. Bu asırlar, Yahudilerin İslam dünyasındaki ‘İkinci Altın Çağı’ kabul edilebilir. 1700’lü yıllara kadar devam eden bu süreçte Yahudiler Avrupa’daki dindaşlarının yaşadıkları baskı ortamından çok uzak liberal koşullar altında Osmanlılarla verimli bir birliktelik sürdürmüşlerdir. 300 yıl boyunca Türkiye Yahudileri, o dönem Yahudi dünyasının merkezi haline gelen ekoller oluşturarak İsrail halkının odağı olmuştur. Ancak XVIII. asırdan itibaren Osmanlı topraklarında her alanda Yahudilerin yerini Ermeni ve Rumlar almaya başlamış, zamanla sarayda nüfuz sahibi Yahudi kalmamıştır. Ortaçağda Abbasi, Fatımi ve Memlük Yahudilerinde olduğu gibi, Osmanlı halkının gerileme ve çöküş dönemlerindeki kaderini, Türkiye Yahudileri de paylaşmıştır.

‘Müslümanlar Yahudiler: Müşterek Tarih Müşterek Kader’ adlı filmimizi izledikten sonra, filmin yorumunu merak edenler için birkaç hususa işaret etmek istiyoruz:

Uzun tarihî süreçte değişik coğrafyada ve farklı Müslüman milletlerin hakimiyetinde yaşayan Yahudilerin yaşadığı bir takım sıkıntıların genelleştirilmesi yanlıştır. Sürekli tavrın bir parçası değildir. Bu sebeple modern çağın kötü icadı ‘antisemitizm’, İslâm dünyası için söz konusu değildir. Antisemitizme yol açacak dini referanslar olmadığı gibi, yaşanan tarihi örnekler de yoktur. Tarihi genlerde olmadığı için bu terim dünya milletleri içerisinde en çok Müslümanlara yabancıdır.

Hz. Muhammed’le başlayıp günümüze kadar devam eden birlikteliklerle, birbiriyle bu derece iç içe geçen bu iki din mensuplarının birbirinden ayrılması ya da kopması da zannedildiği kadar basit ve kolay değildir. Her şeye rağmen hem İslam ülkelerinde Yahudilerin yaşamaya devam etmesi, hem de İsrail Devleti’nde bir milyona yakın Müslüman’ın yaşaması, perçinlenmiş birlikteliğin canlı kanıtlarıdır. Yazının başlığının hemen altında verilen, asırların tecrübelerini yansıtan şu atasözü durumu gayet iyi özetlemektedir: “Yahudisiz pazar, tuzsuz çorbaya benzer.” Tarih boyunca bu durum sadece ekonomik alanda değil, toplumsal hayatın bütün alanlarında geçerli olmuştur.

Bu iki din mensupları arasında günümüzde yaşanan bir takım tatsız hadiseler geçicidir; insani ve akıllı politikalarla aşılabilecek bir durumdur. İdeolojik ve politik kaygıların bir kenara bırakılarak tarihi tecrübeler ışığında insani çözümlerin üretilmesi hiç de zor değildir.

Öte yandan son zamanlarda özellikle Batı’da moda olan Müslüman ve Yahudi karşıtlığı ile entegrasyon adı altında yapılmaya çalışılan asimilasyon girişimlerinin, bu bir arada yaşamın güzel örnekleriyle dolu tarihi tecrübeden alması gereken önemli dersler vardır.

Doç. Dr. Nuh ARSLANTAŞ kimdir?

1972 yılında Konya’da doğan Arslantaş, 1996 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1997’de M.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi oldu. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Emevîler Döneminde Yahudiler” (06.07.2000) isimli yüksek lisans tezini hazırladı. Yabancı hükümetlerce Türk Hükümeti emrine verilen bursla, dil öğrenmek ve sahasında akademik araştırmalar yapmak üzere 2003-2004 öğretim yılında İsrail’de (Hayfa Üniversitesi) bulundu. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Abbasiler ve Fatımiler Döneminde Yahudiler” (Temmuz 2007) başlıklı tezi ile doktor, “İslam Dünyasında İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler” araştırması ile doçent oldu (Nisan 2010). M.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapan Arslantaş, Arapça, İngilizce ve İbranice biliyor. Halen 11 ay süre ile Kudüs İbrani Üniversitesi Ben Zvi Enstitüsü’nde “Yahudi Tarihçiler Tarafından Osmanlı Tarihi Üzerine Yazılmış İbranice Kronikler” başlıklı projesini hazırlıyor. Arslantaş’ın çok sayıda yayınlanmış kitap, makale ve çalışması bulunuyor.