Genç kalemler/ Sadece ağladığım için

Gençlik - Eğitim
18 Ağustos 2010 Çarşamba

Sisli bir Kasım akşamı oturuyorum karların üzerinde, koyu mavi denizi seyrediyorum lacivert smokinimle; esen rüzgâr kızıl saçlarımı uçuruyor.

Yeşil çam ağaçlarının karla karışık kokusu bir an burnuma geliyor. Denizdeki her bir dalga farklı farklı yüzüyor suda, her bir dalganın sesi farklıymış meğer, renkleri, çıkardıkları beyaz köpükleri farklıymış, aynı olamazlarmış, farklı yönlere de yol alanlar olmalıymış, dalgaların hayalleri gizli kalmalıymış meğer…

Sağ tarafımda matbaadan yeni aldığım, yeni yazdığım kitabın sayfaları rüzgârda hışırdıyor. Solumda kız arkadaşım için topladığım rengârenk laleler; mektubu da yaprakların arasına koymuştum.

Önümde ilk kazandığım para, 10 sent; limonata satarak.

Boynumda da kar tanelerinin hiçbir zaman ışıltısını örtemediği kırmızı atkım; hiç çıkartmadığım.

Çabuk yazmalıyım, olabildiğince çabuk… Az sonra son nefesimi vermeden 2052 yılına geçmişten bu sayfayı gömmeliyim.

Belki insanlar bulur ve ağlayabilirler, kim bilir!

***

Bay 123, sabah tam yedide uyandı. Oğlu içerde kahvaltı etmeye başlamıştı bile. Pijamalarını çıkardı ve dolabından bugün için sırası gelmiş smokinini giydi.

Kafasına kordonlarla bağlı olan artık dolmuş ‘hayal toplayıcı’ kutusunu çıkardı ve ambalajı yeni açılmış bir taneyi taktı.

Dolmuş olanı atmadan limite çok fazla yaklaşmamış olduğunu gördü ve sevindi. Demek kendini kontrol edebiliyordu.

İçeri gittiğinde oğlu sırt çantasına kitaplarını yerleştiriyordu, okuluna gitmek üzere.

Bay 123, kitaplardan birini eline aldı ve açtı, bomboş sayfalara baktı, sayfaları çevirdi, hiç sorgulamadan,  ‘niye’ demeden. Nedenini biliyordu.

Sonra bir an için kendini masa başında kitap yazarken düşündü; boş sayfalara sözcükler, yazılar, bilgiler ve sonucunda belki de koca bir kütüphane.

Kitap okumak geldi aklına, yazarlık geldi, bazen yeterince cesur olabilmek, bazen kelimeleri dans ettirebilmek geldi. Ne de keyifli olmalıydı.

Kafasını sarstı, düşünmemeliydi, ‘hayal kutusu’ yeniden ve hızla dolmaya başlardı sonra.

Bay 123 oğlunu okula uğurlarken camdan el salladı. Dışarısı çok güzel gözüküyordu.

Herkesin evinin önünde birbirlerinin benzeri bahçelere gözü ilişti. Herkes in bahçesinde bulunan benzeri çiçeklere dikkat etti.

Yan komşu gelip bunlardan birini kopardı.

Bu da Bay 123’ün bir an için gözünün önüne, kendi aklının kırmızı, sarı, turuncu diye adlandırdığı lalelerinden toplayanın kendi olduğu kanısını doğurdu.

Bir elinde mektup koşuyordu, seviyordu, aşıktı, mutluydu, çok mutluydu… Yani sadece yüzeysel bir mutluluk anı değil, çok aşırı hissettiği mutluluk dolu taşkın bir duyguyu yaşıyordu.

Buna ihtiyacı vardı. Demek ki çok mutlu olunabilirmiş:

Farkına vardı, çok üzgün veya çok sevinilebilirmiş, ya da çok aç insanlar varmış, arada bir, çok kahkaha atılabilirmiş, ‘çok’ların olduğu bir ‘zaman dilimi’ varmış, farkın ve bunu yaşamanın güzelliğinin olduğu.

Kafasını sarstı, düşünmemeliydi, ‘hayal kutusu’ doluyordu. Heyecanlanmamalıydı, duygulanmamalı hissetmemeliydi, yoksa ceza gelecekti!

Dışarı çıkmadı, bütün gün sessizce oturdu ki, düşünecek bir şeyi olmasın, artık hızla kendine gelmeliydi.

Aynen ‘onların’ dediği gibi mutlu olacak bu kadar şey(!) varken kendine bile onu düşündürecek soru sormamalıydı.

Bir süre sonra oğlu geldi ve kitaplarını masaya bıraktı.

Bir sürahi ‘yakıt’ çıkardı dolabından ve bir bardak içti.

Bay 123’ün gözü sürahideydi. Bir an için aklına sarı bir içeceği; kurdukları tezgâhta insanlara satmaya çalıştıkları geldi.

Anımsadı o günleri, gülüyordu, arkadaşından önce daha çok ‘metal’ toplamalıydı, hırslıydı, yarışıyordu, terliyordu, yoruluyordu.

Buluyordu sonunda ‘metal’i, bağırıyordu, gülüyordu. Sonra birden arkadaşı ağlıyordu;  ona veriyordu ‘metal’i, mutluydu paylaşmaktan çok mutluydu.

Bu sefer oğlu sarstı Bay 123’ü telaşla, yine kutudaki hayalleri limite çok yakındı. Onu ikaz etti, yine ve hızla düşünüyor anımsıyor buna engel olamıyordu; ama ne yazık limit dolmuştu.

Birden nesneye dönüştü!

***

Kapının koluna asılı ‘kırmızı’ bir atkı oluverdi.

Bir anda, etrafın yapay ‘siyah-beyaz’lığı içinde atkı kıpkırmızı parıldıyordu.

Bir an bu ilk metaliyle aldığı atkı kana dönüştü. Yaralıların açların kanına; sonra birden sevgilisinin kırmızı dudakları oldu, parlak ve çekici dudakları.

O çizilmişçesine güzel doğal kırmızı dudakları, saçlarına dönüştü. Kırmızı kızıl renk, yanaklarındaki utancı oldu, kalbi oldu bir an, duyguları oldu, kırmızı dolmakalemi oldu, kışın kardan adama koyduğu uzun kırmızıbiber oldu…

Sonunda sadece boynuna dolanmış kırmızı parlak atkısı oldu kaldı.

Onu, düşlediği varlık yapan o atkı oldu, farkların bütünlüğü oldu, ardından tüm renkleri taşıyarak, ismi numaralardan ibaret olmayan bir ‘İNSAN’ oldu.

Boynunda atkısı asılı; rengârenk laleler uçuştu. Arkasından, yazılı sayfalar, paralar, duygular, mevsimler, renkler, kaybediş ve kazanışlar, açlık, bolluk ve tüm farklar bir bir uçtu gitti onlarla, sonsuza…

***

Ağlıyorum yine, gözyaşlarım, denizin farklı tonlarını, derinliklerini oluşturuyor. Yağan karın zaman zaman yavaşlaması, çam ağaçlarının kokusunun değişmesi, siyahla beyaz arasındaki renkleri oluşturuyor, mükemmel olmayan bir dünyayı çiziyor, tanımlıyordu.

Ağlıyorum yine, tuzlu bir tat geliyor ağzıma, acıyı sevmek bu olsa gerek, mükemmel olmaktan kaçmak.

Hayır diyorum; bu tuzlu bir tat, acı değil, gözyaşları tuzlu olur çünkü, öğle değil mi? Çünkü acı biberden yandığında ağzın tuz atmazsın, o öyle acısıyla güzeldir, pastalara fazla şeker kaçınca yine tuz atmazsın, o da tatlısıyla öyle güzeldir ama yemekler tuzsuzsa ve tuz atmazsan daha da kötüsü tuzu sana yasaklarlarsa pastanın da tadı çıkmaz biberin de.

Ve ben hâlâ ağlıyorum ve biliyorum bu yüzden ölüyorum! Aslında sadece ağladığım için, acı ve tatlı anları özlediğim için.

Suzy ASA /UÖML 11. Sınıf Öğrencisi