Cellatlar ve Kurbanları/ 21 yıl aradan sonra Claude Lanzmann yine İstanbul’daydı

Viktor APALAÇİ Toplum
3 Şubat 2010 Çarşamba

Araştırmacı, yazar ve sinema adamı, ünlü Holokost uzmanı Claude Lanzmann’ı, 21 yıl arayla İstanbul’da 2 kez gördüm.

Birincisinde 1989 yılında davet edildiği 7. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde, “Shoah” adlı filminde basın konferansında, ikincisinde geçen çarşamba “Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” vesilesiyle davetli olarak geldiği Fransız Kültür Merkezi’nde.

Edebiyat ve sinema tarihinde Nazi soykırımı üzerine yapılmış en kapsamlı araştırma olan “Shoah”, 300 saatlik filmden kurgulanan, dokuz buçuk saatlik bir film. Festival yönetimi bu 2 bölümlük filmi, AKM’nin otoparka çıkan küçük bir salonunda oynatmıştı. Sabah seansında dolu olan salon öğleden sonraki 2. bölümde boşalmıştı. Uzun soluklu bir maratonu andıran filmi sonuna kadar izlemeye tahammül edebilen 2 izleyiciden biriydim.

Çıkışta kapıda bizlere “sabır Oscar”ı vermelerini beklerken, ertesi günkü basın konferansında Claude Lanzmann’ın herkesi fırçaladığını hatırlıyorum.

21 yıl aradan sonra, bu bilge ihtiyarın daha da huysuzlaştığına tanık oldum. Röportaj teklifi ŞALOM Gazetesi’nden de gelse, her hareketiyle pek sıcak bakmadığını belli ediyordu.

Birleşmiş Milletler tarafından 2001 yılında ilan edilen “Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” vesilesiyle Fransız Kültür Merkezi’nde 27 Ocak’ta tertiplenen gecenin onur konuğuydu Claude Lanzmann.

85 yaşındaki bir yorgun savaşçıdan beklenmedik bir enerji ile, izleyicileri büyüleyen bir konuşma yapan Lanzmann sözlerine Türkiye’ye ve Türklere olan sevgisini dile getirerek başladı.

“Bu daveti aldığımda İstanbul’a gelmekte bir an olsun tereddüt etmedim. Çünkü Türkiye’yi ve Türkleri severim. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için çok mücadele ettim ve bu savaşımı halen sürdürüyorum. 27 Ocak 2. Dünya Savaşı’nın en büyük ölüm kampı olan Auschwitz’in kurtuluş tarihi. Dün ve bugün, Fransız-Alman televizyon kanalı Arte, 9,5 saatlik filmimi “Shoah”ı iki bölüm halinde yayınlıyorlar. Türkiye bu filmimi ve kitabımı tercüme eden tek müslüman ülkesidir. Temennim “Shoah”ın bir Türk televizyon kanalında gösterilmesidir.

 

 

Bilmeliyiz, görmeliyiz

Yeniden doğuş anlamına da gelen “Shoah” ismini bana din adamları önerdiler. Zamanın başkanı François Mitterand huzurunda filmimi takdim ettiğimde “Fransızca başlığı ne olacak?” diye soruldu. “Shoah” tercüme edilmez diye cevap verdim.

Filmimde tek ceset, tek arşiv görüntüsü yok. O korkunç günlerden sağ kalanları, kampların yakınlarında yaşayan ve ne olup bittiğini iyi bilen Polonyalıları ve “Yahudi sorununa son çözüm”ün sahneye konulmasında rol oynayan Almanları bularak, onların tanıklıkları ile, tarihin bu trajik sayfası üzerine belgeselimi yaptım. Bugünün Polonyası’nda, sadece olayların geçtiği yerlerde, günlük yaşamdan kesitlerin de yer aldığı bir dizi röportaj yaptım. Tanıkları sorgularken, çeşitli suskunluklarla karşılaşınca, onları konuşmaya zorladım. Eski mahkûmlar bazen hıçkırıklara boğulurken, hâlâ Yahudi düşmanlığı kokan anılarını nakleden Polonyalılara rastladım. Eski cellatları kişisel sorumluluklarını unutma gayreti içinde olduklarına tanık oldum.

Cellatlar ve kurbanlarıyla tarihin bütün katliamları birbirine benzer. Ancak Shoah insanlık tarihinin benzersiz dramadır. Mesleği kimyagerlik alan Primo Levi Auschwitz’te yaşadığı tecrübeleri yazınca 20. Yüzyıl İtalyan edebiyatının en ünlü yazarları arasına girdi.

Shoah Polanya’daki temerküz kampları hakkında bir film ama tek ceset yok. Çünkü Almanlar buradaki gaz odalarında veya kurşunlayarak infaz ettiklerinin ardından ceset bırakmadılar. Bütün izleri sildiler. Artan iskeletler ezilerek kül ve toz haline getirilmişti. “Kusursuz cinayet” ardından iz bırakmadı.

Alain Resnais’nin “Nuit et Brouillard” (Gece ve Sis) belgeselindeki cesetlere gelince, onlar 1945’te bu kamplara giren müttefik kuvvetlerin bulduğu, açlıktan ve tifo salgınından ölenlerin cesetleriydiler.

Birkenau’da aynı anda (Siklon B gazı ile) 3000 kişiyi öldürebilen gaz odaları vardı. Nefes alabilmek için yukarılara tırmananlar daha geç öldü. Daha çok yaşamak için çocukların veya zayıfların üstüne çıkmaya çalıştılar. Nitekim çocuklar gazdan önce ezildikleri için öldüler.

Acılar evrenseldir. Ben bir Ozu filmi görünce nasıl gözyaşları içinde kalırsam, Japonlar da Shoah’ı görünce ağlarlar.

Claude Lanzmann

1925 yılında Paris’te doğan Claude Lanzmann daha lisedeyken “Fransız Mukavemet” hareketi eylemcilerinden biri oldu. Felsefe öğretimi gördü. Direnişçi olarak Auvergne’deki maki savaşlarına katıldı. Fransız Direniş Hareketi madalyası, “Officier de la Legion d’honneur” ve “Commandeur de l’Ordre National du Merite” liyakat nişanlarının sahibidir. 1952’de Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışıp dost oldu. O tarihten itibaren, hiç ara vermeden “Les Temps Modernes” dergisine katkıda bulundu. İlk kez 1952’de gittiği İsrail’e bağlılığını ve sömürgecilik karşıtı tutumunu sürdürdü. 1970’te kendini tamamen sinemaya verdi. 11 yıllık bir emeğin ürünü, başyapıtı “Shoah”ın dışındaki filmleri, “Niye İsrail”, “Tsahal” ve “Sobibor”du. “Shoah” 1985’te sinemada gösterime çıktığında bütün dünyada büyük ilgi topladı. Belgesel’in senaryosu Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.

 

NİYE SHOAH?

Sözü Claude Lanzmann’a bırakıyoruz.

“İnsanlık tarihinde benzeri olmayan bir trajediyi anlatacaktım. İsim koymada çok zorlanıyordum. Holokost ismini kullanmaya hep karşı çıktım. İbranice “yıkım, ortadan kaldırma, felakat ve yok etme”nin karşılığı olan “Shoah” sadece trajik bir tanıklıklar silsilesi değil; aynı zamanda bir müzik eserinde olduğu gibi, bir tema üzerine yan temalar (trenler, Auschwitz, Sodo bor garları gibi) ve çeşitlemelerle süslenmiş görsel bir şiir. Filmin, gaz odalarının varlığının reddine dayandırılan rezilce iddialara bir son verilmesi için yeterli bilgileri de ortaya koyuyor. Yahudilerin katliama nasıl gittiklerini göstermek istedim, ama asıl aradığım, onların yerine geçmek değil. Bu olay gerçekleşti ve ben buna seyircinin tanık olmasını istedim. Asıl istediğim belgeseli izleyenlerin bu tanıklık halini devam ettirmesi. Böylece bu olayın unutulmayacağını düşünüyorum. “Shoah”ta birçok tarihçinin bilmediği hikâyeler yer alıyor. Treblinka’daki gaz odalarında kadınların saçlarının kesildiğini hiçbir tarihçi bilmiyordu.”