Olağanüstü tadlar, yeni mekânlar - ve onları yaratıp bizlere bırakanlar...

-
27 Ocak 2010 Çarşamba

Gene olağanüstü müzikal tadlar yaşadık, yılın ilk günlerinde..! Bu sanat sezonunda da karşımıza art arda önemli topluluklar çıkaran İş-Sanat Konser Salonu’nda Prag Filarmoni Orkestrası, iki gece üst üste verdiği konserlerde özellikle Strauss ailesinin vals ve polkalarına yer verirken, Karas Dans Okulu üyeleri de bu etkinliği renklendirdi. Bundan öte – ve bence çok daha önemli – iki dinleti daha öne çıktı, aynı mekânda: Academy OfSt.Martin in the Fields Orkestrası, kurucu şefleri Sir Neville Marriner’in yönetimindeki ilk konserlerinde, genç yaşta viyolonselin en umut vaadeden isimlerinden Daniel Müller-Schott’un çok büyük ustalıkla yorumladığı Saint-Saëns’ın 1.Çello Konçertosu ile Mozart’ın “Prag” ve Schumann’ın “İlkbahar” Senfonilerini dinledik. İkinci akşam ise “Trompet’in Paganini’si”Sergei Nakariakov’un Haydn’ın o güzelim konçertosuna katılamadık – zira aynı anda Borusan Filarmoni Orkestrası’ndan bir “şölen” vardı! Genç şefleri Sascha Goetzel, bu kez 75 sanatçıdan oluşan, bana kalırsa ülkemizin en iddialı topluluğu olan BFO’nun yanı sıra, görebildiğim kadarıyla aynı sayıyı geçen Slovak Filarmoni ve Viyana Tritonus Koroları’nı yönetiyordu: Sadece “koral” finali değil, her bir bölümü ayrı bir doruk oluşturan Beethoven’in bence başyapıtı olan 9.Senfoni’sini dinlerken, tüylerim gene diken diken oldu diyorsam, abartmadığıma inanın lütfen..! Son bölümün ortalarında, oturduğu yerinden fırlayan Finlandiyalı Bariton (program notlarında niye “bas” yazıyor acaba?!) Arttu Kataja’nın “Ey Dostlar, bu seslerle değil! / Daha hoşa gidecekleri / ve daha neşelileri söyleyelim!” sözlerininin ardından, büyük Alman ozan F.Schiller’in “Neşeye Övgü” şiirinin koro tarafınca seslendirilişi, bu olağanüstü konseri taçlandırdı..! – Yıllardır yakın işbirliğinde bulunduğum Borusan Grubu’nun, 2009 yılı küresel ekonomik krizinin getirmiş olduğu olumsuzluklara karşın bunca büyük bir orkestrayı yılmadan ayakta tutması – dahası, bu denli zengin bir konseri gerçekleştirmesi, ülkemizin sanat yaşamı için gerçekten çok büyük bir olaydır, değerli “nitelik”severler...

Bitti mi..? Bitmediii...! Gene aynı grubun geçtiğimiz Aralık ayında İstiklal Caddesi’nde bulunan ve “Fransız Evi” olarak bilinen altı katlı binayı restore ederek açtığı “Borusan Müzik Evi”, bu ay faaliyete geçti. Önümüzdeki dönemde klasik müzikten caza, modern danstan tiyatroya, çağdaş sanattan atölye çalışmalarına kadar birçok kültür sanat etkinliğine ev sahipliği yapacak olan bu mekânın basın bültenleri tarafıma şu ana dek ulaşmadığından, size ayrıntı veremiyorum, ancak www.borusanmuzikevi.com sitesinde tüm etkinlikleri görebilirsiniz.

Gelelim, apayrı bir yere ve değişik müziklere..! “Avrupa Kültürü Yahudi Günü” dinletilerinde Yidiş ve Ladino ezgileriyle size birkaç kez tanıtmış olduğum, iyi bir dostumuz olmasından öte, çok yönlü bir dünya müzikleri sanatçısı sayılan Sumru Ağıryürüyen, hoşunuza gideceğini bildiğim güzel bir mekânın ev sahipliğini de yapıyor: Kadıköy Sakızgülü Sok. “nümero 7”de bulunan yüz yıllık “Taranto” apartmanının 2. katında bulunan “Gitarcafé”, sıradışı bir “Özgür Müziğin Mabedi”dir. Bence burada önemli olan, 4 yıldır İstanbul’dan, Anadolu’dan ya da yurtdışından, birbirinden farklı müzik türlerini icra eden çok sayıda müzisyeni konuk ederken bu yerde, evsahiplerin ve konukların da müziğe farklı ve sıcak bir anlayışla yaklaşması. Ocak ayında burada “Ege’nin İki Yakasından” çalan Laterna Grubu’nu, Oğuz Büyükberber veya Sarp Maden’den caz, veya Dünya Arp Kongresi Türkiye gençlik elçisi Meriç Dönük’den çok sesli batı sanat müziği dinledik. Şubatta ise, örneğin Arjantinli ünlü gitarist Ricardo Moyano, solo konserinde Karayipler’den Ushuaia’ya uzanıyor (6/2). 11/2’de ise uluslararası caz festivallerine katılmış güçlü seslerimizden Feyza sahne alıyor. Sevgili Sumru’nun da katıldığı ve Palmarès 2009 “en iyi film müziği” ödülünü almış “Sonbahar Kumpanya”nın, ağırlıklı olarak Karadeniz yöresinden Türkçe, Lazca, Hemşince, Gürcüce, Megrelce, Ermenice ezgilerin yer aldığı dinleti ise 20 Şubat akşamı... Bu konserler ve “Gitarcafé”deki diğer etkinlikler, bu arada workshop’lar hakkında da geniş bilgi için www.gitarcafe.org adresine girmernizi öneririm – ayrıca, Taranto Apartmanı ve bu özgün mekânı geçen ay ziyaret etmiş olan Haaretz gazetesinden “meslekdaşım”, İstanbul doğumlu Benny Ziffer’in daha yeni yayımlanmış (İngilizce çevirili), nostaljik yazısına da bir göz gezdirmek isterseniz, http://www.haaretz.com/hasen/spages/1142729.html link’ine buyrun..!

Bir yıldız daha kaydı...

Bu satırları, karlı Pazar sabahında yazarken, çayımı tazelemek için mutfağa girdiğimde, TV ekranında “Şakir EczacıbaşıÖdülü” alt yazısına takıldı gözüm... Bir daha baktığımda, meğerse okumak istediğim “ödül” sözcüğü, “öldü”ye dönüşüverdi..! Bilirsiniz ya – aslında tembel olan insan gözü, ilk bakışta beynin “görmek” istediklerini algılamaya çalışır, öncelikle... Vay canına..! Lise yıllarımda oldukça yakın olduğumuz Bülent ile görüşürken, Eczacıbaşı’ların evlerine arada bir konuk olduğumda, Nejat Bey’i tanımıştım; Şakir Bey ile ancak dolaylı bir ilişkimiz olmuştu, bundan birkaç yıl önce Maftirim Korosu’nun Schneidertempel’de konuk ettiğimzde – ancak İKSV’deki dostlarım aracılığı ile kendisinin ne denli dinamik bir kişilik olduğunu tabii ki biliyordum. Holding’i bugünkü konumuna getirmiş olan Nejat Bey’in işadamlığı ve sanat destekçiliğinin yanında, bu ikinci özelliğini bizzat sanatçılığı ile birleştirmişti Şakir Bey; bırakın ki, ağabeyinin 1973 yılında başlattığı İstanbul (Müzik) Festivali’nden bugün 5 büyük koldan giden (Müzik, Sinema, Caz, Tiyatro ve Sanat Bienali) bir festivaller birliğini oluşturması ile halen yönetmiş olmasını veya  gençliğimizin en önemli sanat kurumlarından biri olan Sinematek’in, ayrıca Kültür Girişimi Grubu’nun kurucularının arasında bulunmasını – gerek önemli bir fotoğraf sanatçısı, gerekse G.B.Shaw ve O.Wilde hakkındaki çok önemli kaynak kitaplarının yazarıydı, kendisi... Nur içinde yatsın...

Küçük bir tesellidir ki, son “yapıtı” olan İKSV’nin yeni merkez binası olan “Deniz Palas”ın tamamlanışını görebildi, sevgili Şakir Bey – ve ilginç bir rastlantıdır ki, (gene “gerçek” işimin en yoğun olduğu Cuma günü yapılmış olan) basın tanıtım resepsiyonuna katılamadığım bu mekâna daha geçen hafta sonu, giriş katındaki “salon”da yer alan bir tiyatro gösterisi için gidebildim. Şişhane’deki bu bakımsız bina, gerçekten gurur duyulacak bir şekle dönüştürülmüş! Proje, mekânsal özellikler ile İKSV’nin kullanım gereksinimlerini göz önünde bulundurularak, sanatçılarla ortak çalışmalar sonucunda şekillendirildi. Çoğu Deniz Palas için özel olarak üretilen yapıtlar, binanın fuaye, merdiven boşluğu ve asansör boşluğu gibi ortak dolaşım alanları ile açık ofisler ve Leyla Gencer Toplantı Salonu’nda yer alıyor. Bu proje için çağdaş sanatın önemli isimleri, resim, desen, heykel, fotoğraf, yerleştirme, müdahale ve neon çalışması gibi farklı araçlarla oluşturulmuş çoğunluğu mekâna özgü çalışmalarını on yıllığına İKSV’ye ödünç verdiler.

Salon’un fuayesinde, İnci Eviner’in “Kaygan Oryantasyon” adlı zemin uygulaması yer alıyor.. Üzeri epoksi ile kaplanmış dijital baskı uygulamada, sanatçı siyah-beyaz izdüşümleriyle, yerleştirmenin üzerine basan izleyiciyi hayal alemi ile gerçeklik arasında gezindiriyor. Yedi katlık merdiven boşluğunda ise, Selim Birsel’in 2008 yılında yaptığı “Tanşak Tarlası” işinin bir devamı niteliğinde olan “Tanşak Omurgası” adlı, duvara mühür uygulaması göze çarpıyor. Eserde Birsel, tank kaşeleriyle kurguladığı başak formlarıyla, toprak ve petrol savaşına ve gittikçe artan militarist yaklaşıma işaret etmekte.... Üst katlarına asansör ile çıkıyorsanız eğer, Canan Tolon’un asansör boşluğuna yaptığı “Kıl Payı” adlı ayna yerleştirmesine dikkat edin! Aynalardan ve lambalardan oluşan bu mekânsal uygulama, yansımalar ve optik illüzyonlarla sonsuza giden yeni bir mekân yaratıyor. 6. katta bulunan “X Restoran”da ise, Canan Dağdelen’in “NONPLACE.dot” adlı yerleştirmesi gözünüze çarpacak. Yazı ile mimarinin bir araya geldiği bu eserde sanatçı, elyazısıyla yazdığı “place” sözcüğünü, metal sicimlerle sarkıttığı alüminyum kürelerle bir cam kübün içinde oluşturuyor. İç ve dış arasındaki ayrımı belirsizleştiren eser, binanın sosyal bir yapı olarak kimliğine de gönderme yapıyor. Hazır “restoran” demişken – buradaki geniş pencerelerden görebileceğiniz Tarihi Yarımada ve nefis Haliç manzarasının yanı sıra, Avrupa’nin çeşitli Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmış olan şef Murat Karaduman’ın, bizzat Şakir Eczacıbaşı ile birlikte oluşturduğu özel mönü, Türk ve Akdeniz füzyon mutfağından yaratıcı tatlar sunuyor... Tiyatro öncesi çok ayrıntılı bir “degüstasyon” yapamadık; ancak tadabildiğimiz girişler ve beyaz çikolatalı mousse süperdi..! Kesinlikle gidilmesi ve görülmesi gereken, her tür sanat’ın bir “mabedi”dir burası..!