Yıldız muamelesi

Türkiye gibi nüfus oranı yüksek ve spora merakı olan bir ülkede yıldız sporcu yetiştirmek zor olmasa gerek. Oysa bizim en büyük özelliğimiz yıldızları hızlıca parlatıp, sonra aynı hızla yerin dibine sokmak…

Alp ALKAŞ Spor
27 Ocak 2010 Çarşamba

Türk sporunun en büyük derdi yıldız oyunculardır. Aslında bir dağılan Yugoslavya ülkeleri ya da Rusya gibi bir spor kültürümüz olmadığı varsayımıyla, az sayıda çıkmakta olan yıldızlarımız hakkında bu kadar takıntılı olmamızı anlamak oldukça kolay. Esas anlamakta zorluk çektiğim konu ise yıldızlarımı hızlıca parlatıp sonra yerin dibine sokmak için aynı şekilde birbirimizle yarışan halimiz ve yıldızları basit bir tüketim maddesi gibi gören anlayış. Son senelerde, bunun üstüne bir de “Git Avrupa’ya kurtar kendini” bilginlerini ekmeyi başardık.

Yıldız oyuncu aslında yetiştirilebilir bir olay. Hele Türkiye gibi nüfusu yüksek ve -belli başlı sporlarda dengesiz bir yoğunlaşma da olsa- spora merakı olan bir ülkede yıldız yetiştirmek pek çok diğer ülkeye göre daha da kolay olmalı. Belli doğal yetenekleri ve fiziksel özellikleri önceden belirlemek çok mümkün olmasa da, mental becerileri de oyuna ilişkin teknik becerileri de geliştirmek oldukça mümkün. Bunun için toplu bir eğitim ve spor reformu gerektiğini kabul ediyorum ama en azından yapılabilir olduğunu bilmek gerekir. Eğitim ve sporu birleştiren ve uzun vadeli yatırım gerektiren bu sistemler olmadan on yılda bir çıkacak gerçek yıldızlara ya da azla yetinip Türkiye’nin yıldızı statüsünde kalacak oyunculara mahkûm kalacağız. Oysa ki örnek alınabilecek pek çok ülke var. Örneğin, son Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olan İspanya Milli Takımına bakalım. Takımın önemli oyuncularından Jorge Garbajosa 1977; Pau Gasol, Juan Carlos Navarro ve Felipe Reyes 1980; Marc Gasol ve Rudy Fernandez 1985, Sergio Llull 1987 ve Rick Rubio 1990 doğumlu. Bu oyuncuların altı tanesi NBA’de oynamış, oynuyor ya da draft edilmiş durumda. Bu listeye girmeyen ve kendi takımlarında önemli roller üstlenen Carlos Cabezas, Raul Lopez, Alex Mumbru gibi pek çok İspanyol oyuncunun olduğunu da belirtmekte fayda var. On üç yıl gibi bir sürede bu kadar çok yıldız oyuncu yetiştirilmesini şansa bağlayamayacağımızı düşünüyorum. Aynı şeyi basketbolda Slovenler ve Litvanyalılar için, futbolda yine İspanyollar, Brezilya, Arjantin vb için voleybolda Küba, Brezilya, Hollanda, Polonya ve hatta voleybolu sonrada öğrenen Amerikalılar için söylemek mümkün.

Bu altyapı ve eğitim düzenini kurana kadar tek tük çıkacak yıldızlara talim edeceğiz gibi gözüküyor. Yazının başında da dediğim gibi, onların da değerini bileceğimize harcamak için büyük bir mücadele gösteriyoruz. Zaman zaman birbirleriyle çarpıştırıyoruz, Özer mi Arda mı diye. Zaman zaman da Avrupa’daki benzerleriyle: Arda mı Messi mi? Üşenmiyoruz sanki kendisi bunlardan haberdarmış gibi Messi’ye Arda’yı sormaya kalkıyoruz. Hoş bunu sadece kendi ‘yıldız’larımıza değil Türkiye’ye ayak basan her yıldıza yapıyoruz.

Bu benzetmelerle eş zamanlı olarak ‘el üstünde tutmak’ adı altında bir ulvileştirme kampanyasına başlıyoruz. Sınırı bir türlü bilemediğimizden, yeteneklerini tartışmaya gerek olmayan Mehmet Okur’u NBA’in en yumuşak huylu uzun oyuncusu haline getiriyoruz. Mücadele etmeyen, temastan kaçan bir uzun çıkıyor karşımıza. Yetinmiyoruz kendisini uluslararası oyuncu olduğu için Nowitzki ile karşılaştırmaya çalışıyoruz. Ne kadar abes olduğunu ben değil istatistikler ve Nowitzki’nin kazanıp Mehmet’in kazanmanın yakınından geçmediği ödüller anlatsın. Sonra Milli Takım’ın başına yıldızlarla bir türlü barışamayan bir koç getirerek orada da sıkıntı yaratıyoruz ki, işin tutulacak yanı kalmasın. Kimisi koçu kimisi oyuncuyu koruyarak bu yoğun ilgi duyulan konu üzerinden ekmek çıkaradursun, Milli Takım son beş yıldır turnuva sıralamalarında son 8’in alt yarısında 2010 Dünya Şampiyonası’na hazırlanıyor.

Yıldızımızı parlattıktan sonra, kendileri ile ilgili söylenecek her şey daha fazla prim yapacağı için hepimizi onlar hakkında konuşmaya başlıyoruz. Bu alanda en çok ilgimizi çeken şey ise muhalif görüşler ve bu insanların açıklarını yakalamak oluyor. Süreyya Ayhan’ın özel hayatı idi bu bir aralar, Elvan’ın sakatlığı oldu sonra. “Adam değil”ler ve sıfır tolerans politikası domine ediyor hayatımızı. Bir diğer örnek Sabri olabilir. Ben de ağabeyim söyleyince fark etmiştim ama Ali Sami Yen’de maç seyreden herkes top kendisinin ayağına gelince tribünlerden gelen uğultuyu düşünsün. “Profesyonel oyuncu değil mi? Oynasın!” diye bir yaklaşım olamaz. Rakip oyuncuya yapmayı beceremediğimiz baskıyı yapıyoruz Galatasaraylılar olarak.

Son olarak da artık hiçbir sınır tanımaksızın üstüne gitme başlar. Bu kısmının artık saygısızlığa vardığını, ahlak kurallarının dışına çıktığını düşünüyorum. Arda geçenlerde oynanan ve alt ligden bir takımla oynanan kupa maçında kendisinin ofsaytta olduğunu düşünüyor ve yan hakemi uyarıyor. Kimse ondan böyle bir şey yapmasını beklemiyor çünkü onun görevi değil ama yaptı işte. Bana sorarsanız iyi ki de yaptı. Aklından geçenleri bilemeyeceğimize göre “şov için yaptı” gibi art niyetli düşünecek bir şey göremiyorum. Ben göremiyorum da sonraki gün gazetelerimizin birinin internet sitesinde “Acaba Fenerbahçe maçında aynı şeyi yapar mıydı?” sorulu forumu başlamış. Olacak iş değil.

Bütün bunları yaptıktan sonra da neden yıldızlarımız bu kadar az diye birbirimizle tartışıp duruyoruz. Zaten sistemsizlik dolayısıyla şansa yetişen üç-beş tane yıldıza da bütün bunları yaptıktan sonra fazla şikâyet hakkımız kalmıyor diye düşünüyorum.