Ah Mösyö, Vah Mösyö...

Toplum
20 Ocak 2010 Çarşamba

Biri bana madam dese ve bu Fransa’da bile olsa, şaşırır, kimi çağırıyorlar acaba diye sağa sola bakarım. Açıkçası kendimi hiç madam olarak görmedim. Madam, babaannem Estreya idi. Ben sadece Seval’im. Estreya ismimin ayrılmaz bir parçasıdır, o başka.

Bu konuyu neden açtım?

Bir beyefendi düşünün. Kocaman fabrikalar açmış, binlerce kişiye iş vermiş, bazı semtlerin çehresini değiştirmiş, anavatanı olarak gördüğü ülkesi için yurtdışında canla başla lobicilik faaliyetleri yapmış ve başarmış, bu ülkede beş yüz yıldır yaşadığı için minnetini dile getirme amacıyla komiteler kurmuş, çalışmış, çabalamış...

Size bir şey söyleyeyim mi? Beş yüz yıl yetmiyor. Aslında İspanya’dan gelmişse, tamı tamına 518, Portekiz’den gelmişse 513 yıl. Yetmiyor işte. Kökenleri itibariyle Ortadoğulu olması da yetmiyor. Aile boyu asimile olmuş, o da yetmiyor...

Tarih, asimile olmanın yetmediğini göstermiş zaten. Bunun acıklı bir örneği, Moses Mendelssohn. Ünlü besteci Felix Mendelssohn’nun büyükbabası olan filozof. Biraz araştırın canım, her şeyi başkalarından beklemeyin.

İş hayatının parlak günlerinde muhtemelen en büyük ilân verenlerinden biri olduğu gazete, Yahudi bir beyefendiye, kendisi ile ilgili haberin başlığında Mösyö diye hitap etti. Hem de birinci sayfanın tam ortasında. Mösyö ise, arka sayfaların birinde ve sanırım bir köşe yazarı sayesinde yayımlanan yazısında, ülkesi için yaptıklarını sıralamış ve herhalde gözden kaçtı diyerek yapılana kulp uydurmaya çalışmış.

Oysaki... Şimdi yazacaklarımdan hicap duyuyorum ama ben emin olduğum hususları yazarım (demem o ki, şimdi zikredeceğim sözcüğü bir televizyon kanalının ekranında gözlerimde gördüm) eğer beline bombaları bağlayıp kendisiyle birlikte birkaç kişiyi havaya uçursaydı, o zaman “Enişte” unvanını hak ederdi.

Benim değerlerim şaştı bir süredir. Normaldir. Beşer bu, şaşar. Peki beşer bu durumda ne yapar? Hayvanlar âlemini izlemeye başlar.

Bugünlerde içimden en çok gelen, yaralı bir köpecik gibi kuyruğumu kıstırıp yaralarımı iyileştirinceye kadar kimsenin görmeyeceği bir köşeye gizlenip beklemek...

Kedi gibi gururla, salına salına yürüyeceğim günlerin gelmesini beklemek... Bu arada, kedinin Mısır’da tanrı sayıldığı günlerin kompleksinden hâlâ kurtulamadığını belirtmeli ve kediye fazla özenmemeli. Zaten konsantrasyon güçlüğü çeker. En ateşli kavganın ortasında bile durur ve aksi yöne doğru, yine başı dik, yürümeye koyulur. Ya da koşa koşa bir yerlere gider. “Acelen ne ahbap, nereye böyle?” diyesiniz gelir. 

Göçmen kuşlar gibi ılıman havaları beklemek... Kim demişse kuş beyinli diye! Bir hayvan düşünün ki, en karmaşık navigasyon cihazlarına taş çıkartan bir içgüdü ile binlerce kilometre yol gidiyor hiç şaşırmadan, mimarlara taş çıkartan bir içgüdü ile yuvalar inşa ediyor, eğitmen pilotlara taş çıkartan bir beceri ile yavrularına uçmayı öğretiyor, o hap kadar yavrular da işe öyle bir inatla sarılıyor ki, bin kere düşse, bin birinci kerede uçmayı başarıyor... Bu durumda, beyni olsa ne olur? Varsın beyinsiz olsun. 

Bir tek maymuna özenmem. İnsana yakışmaz maymunluk etmek. Bir laf vardır, duyanlar pek azdır. Şöyle: “Maymun tırmandıkça ayıbı görünür.” Anlaması zor mu geldi? Malum, maymunun gerisi çıplaktır. Sizinle aynı seviyede olduğu ve yüzünü size döndüğü sürece bir sorun yoktur. Ama “bak, ben senden yüksekteyim, sen alçakta oturuyorsun” dedi mi, hapı yuttu demektir. O yukarı çıktıkça, ayıbını görürsünüz.

Yazımı neşeli bir tonda bitirmeyi çok isterdim ama şu anda yaralı köpecik gibiyim... Ilıman havaları bekliyorum. Sabırla...

Estreya Seval VALİ