Din tek bayrak olunca

İnancı siyasi şiddet aracı haline getirmek günümüzün radikal militanlarının sıkça kullandıkları bir yöntem. 11 Eylül saldırıları ile başlayan dönemde köktendinci grupların başvurduğu bu araç, 21. yüzyılın günümüze dek uzanan 10 yılına damgasını vurmuş durumda adeta.

Marsel RUSSO Perspektif
30 Aralık 2009 Çarşamba

 Fransa’da yayınlanan Historia Dergisi Eylül-Ekim 2009 sayısında bu konuyu, François Malye’nin kaleminden mercek altına almış. Aşağıdaki sütunlarda paylaşıyoruz…

“Irkçılığın 20. yüzyıla damgasını vurduğu gibi köktencilik de 21. yüzyıl ile birlikte anılacağa benzer.” 1986 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Nijeryalı Wole Soyinka, 2005 Temmuzunda Pretorya’da barbarlık olarak nitelendirdiği bu yeni davranışı irdeler. Ona göre ırkların arasındaki farklılıklar değil dinler arasındakiler artık şiddet ve korku doğuracaktır. “…zaten cahil insan kitlelerinin ideolojilerle yüklenmeleri, hoşgörü ortamının yok olması ve köktenci düşüncenin arkasındaki cezbedici güç, bu yüzyılın karakteri olarak ön plana çıkıyor…” Elbette ki dinin şiddeti sarmalayacak şekilde eğilip bükülmesi, çatışmalara alet edilmesi ve bazı kişilerin bunun üzerinden kahraman ilan edilmeleri tarihin derinliklerine dek gidiyor.  Ancak, faşizm ile komünizmin, birer devlet dini görüntüsü altında, 20. yüzyılda insanlık tarihini allak bullak etmesi, dinin benzer etkisine kısa bir süre için de olsa,  parantez açmıştı. 21. yüzyılın, Usame Bin Ladin’in ilham kaynağı olduğu bir şiddet olayı ile başlaması, eski zamanlara dönüldüğünün bir işareti olarak algılanabilir.  11 Eylül 2001’de, İslami köktendinciler tarafından ilan edilen kutsal savaşın izlerine, 1990’lardan itibaren rastlamak mümkün. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başlayan ve dünyanın kendisini aradığı süreçte, teröristlerin, eylemlerini meşru kılmak adına, dini kullanmaları sıkça karşılaşılan bir durumdu. İsrail Başbakanı Yitshak Rabin’in, Oslo Barış Görüşmelerini onaylamayan bir fanatik tarafından 1995’te öldürülmesi; bundan bir sene kadar önce, 29 Filistinlinin Hebron’da, köktendinci bir gruba mensup Baruh Goldstein tarafından katledilmesi, olayın Yahudi ayağına verilecek örneklerdir, şüphesiz.

Usame Bin Ladin ve El-Kaide, 11 Eylül 2001 saldırılarını gerçekleştirir, New York’taki İkiz Kuleleri yerle bir edip 2973 insanın hayatını söndürürken, bunun karşılıksız kalmayacağını biliyorlardı. Hareketlerinin, din savaşlarına yeni bir düzen verecek bir zincir reaksiyonu başlatacağından emindiler. Bu yolla, Amerika’yı önce Afganistan’a sonra da Irak’a çektiler. Özellikle Irak’ta yaşananlar Amerika’yı benzer bir barbarlığın kucağına atar cinstendi. Bir yandan Amerikan imajı giderek sevimsiz bir hale bürünürken, öte yanda, ülkedeki Suniler ve Şiiler, siyasi kontrolü ele geçirmek için, uzun zamandır tanık olunmayan yoğunlukta din odaklı bir savaşa girişirler. Benzerlerini saymak mümkün: Bali, İstanbul, Londra ve Madrid’deki saldırılar, Hz. Muhammed’in karikatürlere konu edilmesine tepki veren bazı grupların Arap ülkelerindeki gösterileri, vs…

Köktenciler esasında rakiplerini iyi seçmiş durumdalar. Kendini silah gücüne kaptırmış Amerika’da, diplomasinin şiddete yenik düşmesi daha kolay olacaktı. Oysa Amerika, Tanrı’nın varlığını siyasi söylemlerde en sık kullanan batılı ülkedir. Başkan Obama son konuşmalarının birinde şöyle demektedir: “Hepimiz aynı şeyleri arzuluyoruz… Ailemizi, toplumumuzu ve Tanrı’yı sevmek…”  Kahire’de İslam’a el uzattığı konuşmasında, Avrupa’da Müslüman kadınların türbanlarına gösterilen tepkiye gönderme yaparak, “Batılı ülkelerin Müslümanların ibadetlerini rahatça yapmalarına olanak sağlamaları gerektiğini” ifade ediyordu. Oysa örneğin Fransa’da burkanın giyilmesi, dini mesajından öte kadınların şiddete maruz kalmaları anlamında tepki görüyor.

Bu kez Hıristiyanlık kökenli değişik bir köktenciliğin Amerika’da ortaya çıktığını görmek çok da şaşırtıcı değil. 1 Haziran 2009’da Dr. George Tiller, 67 yaşında, Wichita’da  (Kansas) öldürülür. Dr. Tiller, 22 hafta ötesinde kürtaj yapmaya devam eden Amerikalı doktorların son temsilcilerindendi. Operation Rescue’nun kurucularından Randall Terry’nin konu ile ilgili yaklaşımı, bu organizasyonun militanlarının ebedi misyonu hakkında ipuçları vermektedir. “George Tiller esasında seri bir katildir. Ruhunu Tanrı ile buluşmasına hazırlayacak zamanı olmadığı için üzgünüz.”  On beş senede aralarında beş doktorun bulunduğu dokuz kişi aynı nedenlerden dolayı öldürüldüler. Bu durum, kürtaja karşı olan militanların sonuna dek sürdürecekleri bir savaşı ifade etmektedir. Bir din adamı olan Paul Hill, 4 Eylül 2004’te, aynı nedenlerden dolayı, dokuz sene önce, bir doktor ve korumasını öldürmekle suçlanmış ve ölüme mahkûm edilerek idam edilmişti. İdamının kendisini bir kahraman yapacağını iddia ederek özür dileme tekliflerini de geri çevirmişti.

Kürtaja gösterilen bu aşırı tepki neden tam bir Amerikan gerçeği olarak gözüküyor? Oysa Katolik eğilimli Polonya ve İtalya’da benzer olaylar yaşanmıyor. New York Times’ın editörlerinden Anthony Lewis’e göre, “Bu olayda Amerikan köktenciliğini besleyen, yeniden yeşermeye başlayan Protestan aşırılığından kaynaklanan geleneklerdir…” Bunun da temelinde, sayıları Amerika genelinde artan Protestan Kiliseler vardır. Bunlardan bazıları Hıristiyanlığın yeni yorumunun aşırı metinlerine bağlı kalmışlardır.

Ancak, kürtaj karşıtları, Atlantik’in ötesinde, kendilerine dini motifleri düstur alan tek grup değildir. 1995 yılında Oklahoma City’de FBI binasına düzenlenen saldırıyı (168 ölü…) ve çeşitli tarikatların değişik zamanlarda giriştiği ritüelik intiharları da listeye eklemek gerekir. Bu tarikatların söylemindeki merkezi idareye nefret ile bezenmiş başkaldırı, antisemitizm ve bu gibi yaklaşımlar, Tanrı’ya yer bırakmaktadır, kendilerine göre...

Bir de neo-Naziler var.  Bunlar FBI tarafından yakalanıp çalışmaları hakkında sorgulanırken, Tanrı katına kabul edilmeleri için Washington’un değerli kıldığı askerlerle savaşmaları gerektiğini itiraf etmişlerdi.

Örnekleri çoğaltmak olası… Günümüzde din bireysel ve toplumsal yaşantıyı böylesine kesin çizgilere indirgemiş durumda. Kimine göre bunu barbarlıkla bir tutmak çok yanlış bir yaklaşım olmaz.

Esasında konu eski Yunan’a kadar dayanır. Onlar için bir kendileri vardır, bir de tüm diğerleri. Ayırım bu kadar basittir. Buradaki kriter ise ne ırk ne de inanışlardır. Kriter konuşulan dildir. Yunancayı konuşmayan veya kötü konuşanlar, çeşitli sesler çıkarmaktadırlar. Dolayısı ile kendilerine – çıkardıkları seslere benzerlik göstereceği için - barbar denilmiştir.

Ancak şu da bir gerçektir ki, Barbar olgusunun bu en eski kullanımın üzerine değişik anlamlar da eklendi zaman içinde: Vahşi, yıkıcı, değer tanımaz, kural ve adet bilmez. Bu şekli ile ‘biz’ denilen normlara göre davranış sergileyen ve bunu benimseyenler ve ‘öteki’ diye adlandırılan cehaletin ve aptallığın temsilcileri arasında bir yabancılaşma vardır. Bu yabancılaşma, yukarıda da irdelendiği gibi, tarafların birbirlerini tasfiye ettiği çatışmalara dek sürüklemiştir insanları tarih boyunca…

2008 yılında yayınlanan “La Peur des Barbares, Au-dela du choc des civilisations –Uygarlıklar Şokunun Ötesinde Barbarların Korkusu” adlı kitabın yazarı, tarihçi ve düşünür Tzvetan Todorov’un dediği gibi, “Başkalarının insani düzlemini kabul etmeyen kişi Barbardır.”