Ekonomik kriz dünyayı nasıl etkiledi?

Dr. Niso Abuaf, Elektronik ve Tıp Mühendisliğinden Finans ve Uluslararası İktisat alanına uzanan çok yönlü mesleki profile sahip. Ekonomik krizin nedenlerini, bugünkü durumunu, küresel işsizliği, sınırlar arası ticareti, özelleştirmeleri ve geleceğin meslekleri hakkındaki görüşlerini bizlerle paylaştı

Ekonomi
1 Ekim 2009 Perşembe

Geçtiğimiz yıl başlayan kriz bugüne nasıl geldi? Bu kriz önlenebilir miydi? Lehman Brothers’ın batışı önlenebilir miydi, yoksa bu bir komplo muydu?

Profesyonel iktisatçılar serbest rekabet olan piyasalarda komplo olabileceğine genellikle inanmazlar. Genel mesleki kanı krizin asıl sebebini gayrimenkul finansman piyasalarındaki (ipotek-mortgage piyasaları) oyuncuların düşüncesiz davranışlarına bağlıyor. Bu düşüncesiz davranışlar ise, piyasadaki aşırı likiditeden (Çin’den gelen) ve bankacıların şahsi gelirlerinin risk gözetilmeden getirdikleri ciroya bağlı olmasından kaynaklanıyor.

Konuya açıklık getirmek gerekirse, bir takım tarihsel dönüm noktalarını açıklamak gerekiyor. Emlak ve emlak finansmanı piyasalarındaki problemler 2006 yılında emlak fiyatlarının hızlı düşüşü ile başladı ve 2007 yılının yazındaki borçlanma piyasalarında görülen derin problemlerle devam etti. Krizi asıl yoğunlaştıran olay ise Lehman Brothers’ın 15 Eylül 2008’de batışı oldu. Akla ilk gelen soru sudur: “Devlet otoriteleri, Hazine ve Merkez Bankası, Lehman’ı, Bear Stearns ve başka örneklerde olduğu gibi niçin kurtarmadılar?

Bu soru zamanın Hazine Bakanı Hank Paulson’a ve Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Shalom Bernanke’ye sorulduğunda, ‘bizim yasal yetkimiz yoktu’ diye yanıtlıyorlar. Fakat gerçekten isteselerdi yapabilirler miydi;  işte bu konu tartışılır! Sorunun yasal ve idari boyutları epey karmaşık. Şahsi görüşüm, kurtarabilirlerdi!

Nitekim 2008 yılının Aralık ayında Ben Bernanke ile Hank Paulson, Bank of America’yı Merrill Lynch’i satın alsın diye zorladılar. Bu yüzden Bank of America Başkanı’nın ABD Kongresi ile başı derde girdi.

KRİZİN DİBİ GÖRÜNDÜ MÜ?

Şu andaki kriz dibi gördü mü?

Maalesef tahminde bulunmak çok zor. Küresel kredi ve hisse senedi pazarlarının Mart 2009’dan beri ciddi bir düzelme gösterdiğine sevinçle şahit olduk. Bunun sebebini Çin ve ABD hükümetlerinin yaptıkları mali harcamalara ve FED (ABD Merkez Bankası) başta olmak üzere tüm merkez bankalarının güttükleri gevsek para politikalarına bağlıyoruz.

Belki dibi gördüğümüzün ilk “devlet” habercisi İsrail Merkez Bankası’nın birkaç hafta önce faiz oranını yükseltmesi olmuştur.

Fakat istihdam alanında acı haberler hâlâ devam ediyor.

İşsizlik rakamının yükseleceğini ön gördünüz. Nereye kadar devam eder?

ABD’de işsizlik şu anda %10’un biraz altında. Genel kanı yılsonuna kadar issizliğin %11’e kadar yükseleceği ve sonra düzelmeye başlayacağı doğrultusundadır. İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan gibi Akdeniz Avrupa’sı ülkelerinde bu rakam çok daha ciddi boyutlara ulaşmıştır. Hatta bazı düşünürler bu durumun Avrupa Birliğini sarsabileceğini öne sürüyorlar.

Tabii, issizliğin nasıl ölçüldüğü, gizli işsizliğin çok daha yüksek bir rakam olduğu iktisatçıların şiddetle tartıştığı konular.

Yapılan özelleştirmeleri yararlı buluyor musunuz?

Bu aslında felsefi bir konu. Nereden baktığınıza bağlı. “Laissez- faire” (bırakın yapsınlar)  ekolünden olanlara göre devletin ticari işlerle uğraşmaması gerekiyor.

Efsaneye göre, “laissez nous faire, laissez nous passer” deyimi takribi 1680 yıllarında Fransız Maliye Bakanı Jean-Baptiste Colbert’in iş adamlarına sorduğu bir sorunun cevabıdır. Hükümet olarak bizden ne yapmamızı beklersiniz sorusuna iş adamları: “laissez nous faire,  laissez nous passer - bırakınız istediğimizi yapalım, istediğimiz gibi geçelim” şeklinde cevap verirler. Daha sonra, 1750 yılında, Vincent de Gournay adında bir Fransız yöneticisi bunu “laissez faire et laissez passer, le monde va de lui même” şeklinde dile getiriyor.

Eğer bu ekolden geliyorsanız, Avusturya ve University of Chicago gibi,  pazar mekanizmasının iktisadi kaynakları devletten daha iyi yönlendirdiğini savunursunuz. Örneğin, Nobelli University of Chicago iktisatçısı merhum Milton Friedman’a göre özel sektörün bir dolara mal ettiği işi devlet ancak beş dolara yapabiliyor. Bu yüzden, devletin ticari işlerden sıyrılması Avusturya ve Chicago ekollerinin uygulamalı uzantısı olarak yorumlanabilir.

Bu ekollere göre,  devletin en önemli fonksiyonu yasal anlaşmaların ve mülkiyet haklarının denetimi olmalıdır. Devlet özel sektörün yapamayacağı milli ve iç güvenlik gibi konulara odaklanmalıdır.

 

Amerika’da kurumlar arası birleşmeyi, küreselleşme, sınırlar arası ticareti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Buna cevap vermeden önce iki büyük iktisatçının teorilerini anlamakta yarar var. Bunlar 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de yaşamış, Portekiz Sefarad kökenli David Ricardo ve 2008 Nobel Ödülü’nü kazanan, Princeton University Profesörü ve New York Times yazarı Paul Krugman’dir.

Ricardo’ya göre mutlak avantaj değil de göreceli avantaj ticaretin yönünü saptar.

Ricardo teorisinde, Portekiz göreceli olarak şarabı daha ucuz, İngiltere de göreceli olarak kumaşı daha ucuz ürettiği için, Portekiz İngiltere’ye şarap, İngiltere de Portekiz’e kumaş ihraç eder.

Buna karşılık, Paul Krugman’a göre, küresel ticaretin büyük bir kısmi Portekiz-İngiltere örneği gibi sıcak güney ülkeleri ile soğuk kuzey ülkeleri arasındaki birikimlerin doğurduğu akışlardan ibaret değildir. Bilakis, küresel ticaretin büyük bir kısmi sanayileşmiş devletlerarasında olmaktadır.

Örneğin Kuzey Amerika-Avrupa arasında araçlar hem ithal hem de ithal edilmektedirler. Amerika Avrupa’ya kamyon satarken Avrupa’dan Mercedes veya BMW gibi araçlar ithal etmektedir. Airbus bazı parçalarını Amerika’dan almakta, Boeing de bazı parçalarını Avrupa’dan satın almaktadır. Temelde, Krugman’in ticareti “economies of scale” denilen büyüklüğün getirdiği yararlardan kaynaklanıyor.

Küreselleşmeyi bu iki teorinin merceğinden izlediğimizde konuyu anlıyor, şaşırmıyoruz.

 

İşin küreselleşme boyutunu ele alırsak?

Kişisel deneyimimden bir örnek vereyim: 1990’li yıllarının başında İspanya yeni yeni Avrupa Ekonomik Birliğine giriyordu. İspanyollar bize (Salomon Brothers) şu noktaları vurguluyorlardı: 

“Biz İspanya olarak Avrupa Birliği’ndeki Almanya, Fransa, İtalya ve Birledik Krallık ile rekabet etmek zorunda olacağız. Bundan çekiniyoruz, zira onlara kıyasla İspanya ekonomisi çok daha küçük. Tek çıkar yolumuz Latin Amerika ile işlerimizi genişletmek. Temelde 1492’den beri kültür bağlarımız olan Latin Amerika’daki şirketleri satın alıp, büyümek ve diğer Avrupa devleri ile o şekilde rekabet etmek istiyoruz.”

Sonuçta, Telefonica de España,  Şili ve Peru’daki telekom şirketlerini satın aldı. İspanyol petrol devi Repsol ise Arjantin’in YPF’ini satın aldı. Bu şekilde İspanyollar Avrupa’nın diğer devleri ile ayni ekranda gözükmeğe başladılar.

 

Nano teknolojinin gelecekte nasıl kullanılacağını düşünüyorsunuz? 

Nano teknolojinin bir örneği şudur; giysilerinizdeki nano yani çok küçük partiküller vücudunuzun ısısını, hareketlerinizi hissedip ona göre tepki gösterebilirlerse, giysileriniz giysilikten çıkıp, bilgisayar gibi davranmağa başlarlar. Bu şekilde, gömleğiniz akilli bir gömlek olup vücudunuzun ısısını randımanlı bir şekilde kontrol etmeye başlayabilir.

Bu gibi parçacıklar solunum veya başka yollar ile vücuda girerlerse, kanser gibi sağlık sorunları yaratabilirler.  İnsanı gerçekten heyecanlandıran nano teknoloji bu artıları ve eksileri dengeleyerek ilerleyebilirse hayatımız yeni mertebelere ulaşabilecek.

 

GELECEĞİN MESLEKLERİ NE OLACAK?

Geleceğe hazırlanmamız için ne tür bir eğitim görmemiz gerekiyor?

Hayata eğitimci olarak atıldım. Bence en geçerli Anglo Sakson ve Alman eğitim felsefesi şudur:  “Önemli olan belli bir konuyu öğrenmek değil, öğrenebilmeyi öğrenmektir.”

Bunu gençler için birazcık açmak istiyorum: Yüksek öğretimde buna “3R (Reading, Writing, Arithmetic)” kuralı deriz. Türkçesi: okumak, yazmak ve aritmetik. Başka bir deyişle, eleştirici bir gözle okumak, profesyonel sunum yapmak ve matematiksel bir şekilde düşünebilmek.

Gençler meslek eğitiminden ziyade önce bu üç alana eğilmeliler. Teknoloji çok çabuk gelişiyor. Bu yüzden çabuk gelişen meslek hayatımızda her beş yıl gibi kısa bir dönemde kendi kendimizi yenilemek,  belki de profesyonel kişiliğimizi yeniden icat etmek gerekiyor.

 

Geleceğin meslekleri ne olacak?

Demografik veriler toplumların geleceğini saptıyor. Örneğin, AB ve ABD gibi yaşlanmakta olan toplumlarda sağlık ve sağlık servisleri gittikçe daha fazla önem kazanacak. Japonya’da bazı yaşlılara artık insanlar değil de robotlar bakmaya başladı. Teknoloji hiç bir zaman önemini kaybetmeyecek. Gençler okulda iken gelecek 50 yılın teknolojileri hakkında şimdiden düşünmeye başlamalılar. 1970 yıllarında üniversitede iken hocalarımız gelecekte evinize gazete gelmeyecek, gazetenizi evinizde bilgisayarınızdan basacaksınız derlerdi.

Gelelim Türkiye’ye, gelişmekte olan, genç bir toplum. Avrupa ve Japonya Türkiye’nin tam ters konumunda bulunuyor. Bir toplumun kendini devam ettirebilmesi için kadın başına düşen çocuğun 2,1 olması gerekir. Bu oran Avrupa ve Japonya’da ikinin epey altındadır. Genç bir Türkiye yaşlı bir Avrupa’ya çok ilginç hizmetler satabilir.

 

Yeni projelerinizden kısaca bahseder misiniz?

Su anda New York ve Pace Üniversiteleri’nde profesörüm. Ayrıca birkaç ‘hedge fund’ ve ‘butik’  yatırım bankalarına danışmanlık servisleri veriyorum.

Hızlı bir şekilde gelişen bu dinamik piyasalara ayak uydurabilmek için, kendi kendime temel “3R”yi devamlı hatırlatıyor, kendimi yeniden icat edebilmek için uğraşıyorum. Stres atabilmek için de hemen hemen her gün spora gidiyor, tenis oynuyor ve yelken yapıyorum. Eşimin ve çocuklarımın sevgi ve desteği de küçümsenemez.

 

Niso Abuaf kimdir?

1951 İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’den yüksek iftihar ile mezun olduktan sonra, Northwestern Üniversitesi’nden Elektronik ve Tıp Mühendisliği alanlarında Lisans ve Master derecelerini aldı. Arterioskelorosun ultrasonik ve bilgisayarlarla tespitlenmesi ile ilgili çalışmalar yaptı. Sonra University of Chicago’dan Finans ve Uluslararası İktisat dallarında MBA ve Doktora yaptı. Bu arada University of Chicago’da İktisat ve Finans, Boğaziçi Üniversitesi’nde de Elektronik ve Finans dersleri verdi. 1984’de Wall Street’e başladı; JP Morgan Chase, Salomon Brothers/Citigroup ve Credit Suisse’de çalıştı; onların New York ve Londra’daki araştırma ve geliştirme bölümlerini kurdu ve yönetti. İki yıl kadar bir sure için ailesi New York’da otururken haftada bir Londra’ya gidip geldi. Faiz oranları, döviz kurları, altın ve türev piyasaları, şirketler finansmanı, özelleştirmeler, krizler ve yabancı yatırımlar alanlarında çalıştı.