Herkesin anlatacak bir öyküsü vardır / Unutamadığımız yılların içinden kayan bir yıldız Dudu Topaz

Ezra Ören, geçtiğimiz günlerde intihar ederek hayatına son veren, bir dönem İsrail’in ünlü program sunucusu Dudu Topaz ile olan anısını paylaşıyor...

Toplum
16 Eylül 2009 Çarşamba

1970’lerin sonu 80’lerin başı Türkiye’de sağ-sol çatışmalarının ülkenin her tarafına yaydığı karanlık içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Bırakın siyasetin kaynadığı üniversitelerde okumak, gece sokağa bile çıkmak için yiğitlik isterdi. Biz lise son sınıf öğrencileri, sokağa çıkma yasaklarıyla geçen garip gençliğimizin devamı için çok da zor olmayan bazı münferit kararlar almıştık ki bu kararlar sonradan toplu bir geçici göçe dönüştü. Bir kısmımız Avrupa veya Amerika’yı tercih ederken, büyük bir çoğunluk İsrail’den gelen cazip burs tekliflerini olumlu değerlendirdi. Ben de bu şanslı öğrencilerden biriydim. Yakın arkadaşlarımla beraber, 1979 Ağustosu’nun herhangi bir yakıcı gününde bu tatlı serüvenin göbek deliğinden içeri dalıverdik.

Tel-Aviv Üniversitesi maon’u (öğrenci yurdu) 36 tane Türk’ü ilk defa bir arada görüyordu. Geriye kalan 20 civarındaki arkadaşımızın tercihleri, diğer şehirlerdeki üniversiteler olmuştu. Çok geçmeden her türlü sosyal faaliyetin başını çeker olduk. Artık maon’da herkes bizi “Turkim” diye sınıflandırmıştı bile. Yanlışlık olmasın, sebep çalışkanlığımız veya üniversite başarılarımız değildi. Ünümüz, iyi giyinmek, bol şamata yapmak ve en önemlisi coşkulu partiler vermekle yayılmıştı.

Koca bir seneyi İbranice öğrenerek ve bolca eğlenerek geçirdik. Bütün öğrenciler “mehina” yani İbranice hazırlık dönemini başarıyla bitirdikten sonra, asıl üniversite dönemi başladı.

Bu zor virajın ortasında, kendini fazla kasmadan üniversiteyle vedalaşıp çalışmaya başlayanlar oldu. İlk yalanı kim söyledi bilmiyorum ama lüks mekânlarda garsonluk, “Ben İstanbul Hilton’da garsonluk yaptım” palavrasıyla hayat buldu. Arkasından arkadaşını, bir diğeri öbürünü derken, Türkler pahalı mekânların vazgeçilmez garsonları oldular. Bu kişilerin içinde, baba parası yememek idealiyle benim gibi hem okuyup, hem de çalışan arkadaşlar da vardı.

Sevgili Dudu Topaz ile olan küçük dostluğum da böyle bir yerde çalışırken gelişti. Tel-Aviv’in en şık ve popüler mekânı Le Club adlı İstanbul’daki  Şamdan kalitesinde bir eğlence kulübünde garsonluk yapmaya başladım. Üç kattan oluşan, sadece üyelerin girebildiği, birinci katı Fransız restoranı, ikinci katı diskotek ve en son katı da benim çalıştığım cafeden oluşan sosyetik club, her gece ünlü simaları konuk ederdi. Ancak ben ülkenin biraz da yabancısı olduğum için, bu meşhur zenginlerin birçoğunu tanımazdım bile. Ama bir tanesini, nerdeyse her gün TV’de izlediğimden tanımamam mümkün değildi. “Shahek ota” (oynat onu) adlı programın şeker mi şeker sunucusu Dudu Topaz. Yarım yamalak İbranicemle esprilerini, fıkralarını anlayabilmek, benim için gururlu bir eğlence idi. Zamanın en meşhur komedyenleri Hagashash Haiver ve Dudu Topaz’ın videokasetlerini izleyerek, biraz yardımla hem halk İbranicesini yani argoyu öğrendim; hem  kahkahalarla güldüm, hem de onların esprilerini Türkçeye çevirip İstanbul’da arkadaşlarıma komik hikâyeler anlattım. En önemlisi bu komedyenleri seyrederek hatta esprilerini ezberleyerek kendimi İsrail halkından biri gibi hissettim. İşte artık kendime böylesine yakın bir ünlüye servis yapıyordum. İşin ilginç tarafı bu ünlünün davranışları bizim Türk ünlülerine hiç benzemiyordu. Her hareketine sadelik  ve mütevazılık öylesine hakimdi ki, onu büyük bir hayranlıkla takip ediyordum.

Gecelerden bir gece, sonunda benim masama misafir oldu. Tabii ki bütün güler yüz ve yarım İbranicem ile en iyi servisi vermeye çalıştım. Her ne kadar tanışmak, konuşmak istesem de laubalilikten kaçındım. Gerçekten etrafını güldüren ve kendi de keyifle  kahkahalar atan neşeli bir adamdı. Gecenin ilerleyen saatlerinde ödeme yapmak istedi; 95 şekellik hesabını getirdim. 100’lük bir banknotu kasaya verdiğimde bozuk beş şekel olmadığı için, şu ifadeyi kullanarak on şekel iade ettim; “bozuk yok onun için beş yerine on şekel iade getirmek zorunda kaldım.” Tabii beklentim, “yok canım üstü kalsın” gibi bir şeydi.  Ama o öyle yapmadı yüzsüz kimi İsrailliler gibi parayı cebine atıp “bana fark etmez mühim değil” dedi. Ben de müthiş bir hayal kırıklığı ile ortalıkta dona kaldım. Kasaya geri dönüp, olayın inanılmazlığını arkadaşıma anlatıyordum ki, o hızlı bir şekilde kalabalığı yarıp mekânı terk etmeye hazırlanıyordu. Bara yaklaştığında duraksadı, birini arıyordu, sonunda buldu. Aradığı bendim. Kolunu omzuma attı, “her şey çok mükemmeldi, toda” dedi ve elime otuz şekel sıkıştırdı. Çok mutluydum.  Kazandığım otuz şekel için değil, hayal kırıklığım sevince dönüştüğü, beğendiğim adam beni haklı çıkardığı için.

Elbette ki bütün arkadaşlarıma, neredeyse bütün maon’a, arkadaşım Dudu Topaz ile yaşadığım küçük hikâyeyi ballandıra ballandıra anlattım. Her ne kadar onun bundan haberi olmasa da o, artık benim arkadaşımdı.  Bana şaka yapmış, beraber gülmüştük, o unutsa da ben unutamazdım. Hikâye burada  bitmedi... Aradan 15 gün geçti; bir gece  White  Gallery’de arkadaşlarla yemek yiyorduk. Uzaklarda bir masada Dudu’yu gördüm (arkadaş olduğumuza göre artık küçük adıyla hitap edebilirim). Tabi ki kalkıp da “naberrr Dudu?” diye yanına gitmedim. İster inanın, ister inanmayın koskoca Dudu Topaz, lokantadan çıkarken yolunu uzatıp yanıma gelerek, halimi hatırımı sordu, hâlâ Le Club’te çalışıp çalışmadığımı öğrendi. İki dakika ayakta sohbet edip el sıkışarak ayrıldık. Mütevazılık, kibarlık (hele bir İsrailli için), şekerlik, başka nasıl tasvir edilir bilemedim.

Anlayacağınız sevgili Dudu böyle tatlı ve başarılı bir adamdı; yarışma programları, filmler, talk showları, stand up komedileri ile İsrail’in geçmiş yıllarda en çok tanınan adamıydı.  Şartlar onu nasıl bir psikolojik baskı altına almış ki hayatına kıymış bilemedim. Ama 28 sene evvelki bu küçük dostluğun meşhur kahramanının ölümü beni üzüntüye boğdu. Eminim o dönem benimle ayni kahkahaları paylaşan arkadaşlarım da benzer duygular içerisindedirler.

Huzur içerisinde yatsın.