Adalarda huzur...

Adadaki huzur ve mutluluğun en yalın tarifi, yakınlarınız ile terasta kahvaltıya oturmadan arka balkona gidip pazardan almış olduğunuz saksıdaki fesleğenden bir dal kesip yapraklarını, hafifçe zeytinyağı gezdirilmiş, dilimlenmiş domateslerin üstüne serpiştirmek olabilir mi..?

-
2 Eylül 2009 Çarşamba

Daha doğru dürüst yağmur yağmadan, güz havası geldi bile adalara – belki de, leylekler bu yıl Ağustos’un ortasında gittiler diye... Ramazan’ın da etkisiyle olsa gerek, sahiller boşaldı, vapurlar da Bangladeş usulü doluluktan kurtuldu, hafta sonları.

Geçenlerde eski dostumuz, yeni Burgazadalı Nedim Hazar’ın NTV’de gösterilen, Büyükada’daki sahil ve deniz kirlenmesini konu alan yarı magazin / yarı belsesel filmini izlerken, Burgaz’ımızda ne denli şanslı olduğumuzu bir kez daha gördük..! Ne hikmetse bu adamız, Kınalı’nın kumsalvari açık sahili, Heybeli’nin piknik geleneğine yatkın bölgeleri ve tabii ki “Prinkipo”nun “büyük” çekiciliğinin yanında gölgede kalıyor ve “harici”lerin ilgisini çekmeyen bir kara parçası olarak, köy havasını olduğunca sürdürebiliyor... Tabii ki adamızın kendi bünyesinde birkaç görmemişi ve doyumsuz çocukları olacak – ancak onları da biz görmezlikten gelerek şuna şükretmeliyiz ki, buradaki rahatımızı bozabilecek, “in” durumuna gelmiş mekânlar yok henüz – Sedefadası’nda oluşmaya başladığı gibi...

Gerçekten Burgaz’da pek bir “in”lik/cinlik yok, bazı haftasonları kulüplerde yemekli/yemeksiz olarak izlenebilecek ses ve saz sanatçılarının dışında – örneğin bu yıl art arda Ayhan Sicimoğlu coşturdu “Su Spor”cular ile “Deniz”cileri!! Diğer ilginç bir konuk, taa İsveç’ten adamıza gelmiş “Stockholm Saksofon Beşlisi”ydi. Aya Nikola kır bahçesinde, çoğunu ilk kez gördüğüm – ancak daha sonra, bir bölümünün salt bu dinleti için Burgaz’a geldiğini öğrendiğim – kalabalık bir dinleyici kitlesinin önünde önce kulağa çok hoş gelen, ne var ki daha sonra “Yeni Müzik” olarak tanımlanan, bazıları Türk bestecilerinden olma, ada halkının daha çok “atonal” bulduğu parçalar dinledik, Burgazadası Kültür Derneği’nin ikramı olan şaraplarımızı yudumlarken... Adamızın bir diğer ikonu olan köfteci Erdal her ne kadar kulağıma eğilip, “Abi, bunlar biraz da caz çalsa da millet oynasa...!” dediyse de, güzel ve huzurlu bir akşamdı, kalabalığa rağmen...

Zaman zaman, özellikle terasta uyukladığımız hafta sonu öğleden sonraları huzur kaçıran bir girişim ise, mahallelere dikilmiş hoparlörlerden bangırdayan Belediye duyurularıdır. Kemik sızlatan bir alarm sesinin ardından, her sözcükten sonra, okuduğu kâgıttaki diğer sözcüğe bakmak üzere olsa gerek, kısa bir ara veren “okuyucu”nun bildirdiklerine, kalp çarpıntısıyla kulak veriyoruz: “Sayın” (ara) “Adalılar” (daha uzun bir ara). “Bu” (ara) “akşam” (ara) “Büyükada” (ara) “İskele” (ara) “Meydanı’nda” vs. vs... – ve en son: “DUYURULUR.” (kısa ara) “Adalar Belediyesi”; bu anonsun aynı aralıklar ile tekrarı, ardından ise “okuma merkezi”ndeki mikrofonun kapatılmasından doğan, kulaklarınızı pas içinde bırakan bir cızırtı... Bu tür bildiriler yararlı olabilir, hiç kuşkusuz – bazı acil durumlarda yaşam da kurtarabilirler, ancak bunları okumanın ve sonlandırmanın daha uygun, alımlı biçimi düşünülemez mi acaba – başına hafif, melodik bir giriş tınısı koymak, kulağa hoş gelen bir bayan sesinden sunmak ve sonundaki sert “duyurulur” sözcüğünden sakınmak gibi..?

HUZUR, HOŞGÖRÜ, KÜÇÜK VE BÜYÜK MUTLULUKLAR...

Huzurlu olmakla adamızda örnek alınacak bir kişi, mahallemiz sokaklarını süpüren temizlik görevlisidir. Gerek hafta sonları yürüyüşe çıkar veya dönerken, gerekse iş günlerinde sabah vapura yetişirken, adı bende saklı bu arkadaşımızı dikkatle izliyor ve istatistiki değerlendirmelerde bulunuyoruz: Kendisiyle on kez karşılaştığımızda, en çok ikisinde süpürgesi ve sokak temizliği erbabının onyıllardır kullanageldiği, bir sıvı yağ tenekesinden yapma faraşı elde, iş yapıyor – sekizinde ise oturmuş, dinleniyor... İşte, sokaklarımızın ağaçlardan düşen meyveler, atlardan olma kestaneler, dört ayaklı veya kanatlı “yırtıcı“ hayvanların çöp konteynerlerinden kapıp, yırtıp boşalttıkları poşetler ve her çeşit pislikten nasiplerini almaları, bu tür dinlenmelerin sonucu olsa gerek...

 Öte yandan, adalarda hoşgörünün, karşılıklı saygının boyutları sonsuzdur ki, bu güzel huylara adalı olmayanlar da fazlasıyla uyar... Bakınız, son bir-iki hafta içinde mevsime uygun olarak çoğalmış küçük balıkçı tekneleri, Şehir Hatları vapurlarının tam güzergâhının üzerinde avlansalar dahi, büyük anlayış gösteren gemi kaptanları, balıkçıların huzurunu bozmamak için olağan rotalarından sapmalar yapmaktan hiç çekinmezler, kıyıya tehlikeli biçimde yakınlaşma pahasına olsa bile..!

Aslında huzuru bulmak için bazı küçük mutluluklar yeterli değil mi, değerli “nitelik...”severler? En yalın biçimde, yakınlarınız ile terasta kahvaltıya oturmadan arka balkona gidip ada pazarından almış olduğunuz saksıdaki fesleğenden bir dal kesip yapraklarını, hafifçe zeytinyağı gezdirilmiş, dilimlenmiş domateslerin üstüne serpiştirmek gibi... Veya, sabah erkenden kalkıp güneş doğarken gökyüzünün büründüğü değişlik renklere bakmak... Yoksa işe giderken sabah vapurunu paylaştığınız arkadaşınız G. ile birlikte göze çarpan tiplerin sanal koleksiyonunu yapmak – küpesinden mokasenlerine dek her gün değişik bir şıklık arzeden geçkin yakışıklıyı; gri takım elbisesi, kravatı ve ağır evrak çantası ile acaba hangi meslektendir diye düşündüğünüz yetmişlik amcayı; Kabataş iskelesinde vapuru karşılayan uzun saçlı “artiz” çımacıyı izlemek gibi...

Tabii ki, en büyük mutluluklardan biri, birlikte olmaktan hoşlandığınız arkadaşlar ile adanın geçmişini anmak, doğasını koruyabilmek ve ada yaşamının niteliğine katkıda bulunabilmek için çareler aramaktır... Yıllık ada yazılarımda sözünü etmeyi artık gelenek bildiğim, değerli büyüğüm Zelda Natan hanımefendi ile bu yaz pek görüşemedik, ne yazık ki – belki ada mevsimi sona ermeden, Hakan’da veya Harrison Café’de bir “Trivial Pursuit” oynayabiliriz kendisiyle – kızına buradan sesleniyorum..! Öte yandan, geçen Cuma bir “Sefarad yemekleri akşamı”na konuk ettiğimiz Büyükada, Heybeli ve Burgaz’dan gelen arkadaşlarımız ile adalardaki eski Rum yaşamı ile o dönemin ahşap evlerini andık ve bu vesile ile sevgili Tilbe’nin evindeki tahtaların “Romanya” menşeili, Dilek’in 1922 yılına dayanan köşkünün ise “badadi sıva”lı olduğunu, bunların bakım ve onarımı için usta bulmanın çok güç olduğunu öğrendik... Adadaki “büyük” (2003) yangını ile daha üç hafta önce Rum Mezarlığı’nın altındaki makilerin nasıl da tutuştuğunu konuşurken, çarşıdaki bakkallara “portatif mangal” satışından vazgeçmeleri konusunda, “eğer bunları satıp adanın geri kalan ormanının da yanmasına neden olursanız, kendi bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz” gerekçesiyle telkinde bulunmamız gerektiğini tartıştık... Aramızda bulunan, Sussex Üniversitesi’nde çok kültürlü ada yaşamı konusunda Antropoloji doktora tezi hazırlamakta olan sevgili Deniz ise, gözleri fıldır fıldır, bizleri dinleyip kafasında notlar alıyordu...

Yaşamımızdan eksik olmasın, adalar – ve adalardan da huzur eksik olmasın, çöpçüsüyle, amatör balıkçıları ve onları kollayan gemi kaptanlarıyla, Zelda Teyze ile, mangal satışlarını nasıl önleyebileceğini düşünen ada sakinleri ve onları incelemeye gelen antropolog kardeşimizle...