İsrail’i anlamak

Coğrafi sınırların önemini ve anlamını yitirdiği Avrupa kıtası ile karşılaştırıldığında, Ortadoğu halen coğrafyanın kendisini önemli bir faktör olarak hissettirdiği bir bölge. İsrail’i anlamak, aslında coğrafyanın ve bölgesel diplomatik izolasyonun bir devlet üzerinde yarattıgı etkiyi anlamak demektir

Ceki BİLMEN Diğer
26 Ağustos 2009 Çarşamba

2009 Mayıs ayında Foreign Policy Dergisi’nde “coğrafyanın intikamı” başlığı ile yayımlanan ve Robert D. Kaplan tarafından kaleme alınan makale, hepimize ışık tutar nitelikte. Kaplan makalesinde, içinde yaşadığımız dönemde liberal olmanın ve fikirlerin dünyayı değiştirebileceğini söylemenin ne kadar popüler olduğunu anlatıyordu. Fakat Kaplan’a göre devletlerin alacağı kararları belirleyen asıl olgu, o dönemin popüler fikirleri değil “devletlerin içinde bulunduğu coğrafya”dır. Kaplan’ın ne demek istediğini daha iyi anlatmak için Fransız Devrimi sonrası Napolyon Avrupa’sı örneğinden yararlanacağım.

XIX. YÜZYIL AVRUPA’SI

XIX. yüzyılın hemen başında Napolyon Fransa’sı Avrupa kıtasına hakim olmaya çalışırken, Metternich gibi büyük bir diplomasi ustasının yönetimindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kendisini ciddi problemlerle karşı karşıya buldu. Coğrafi olarak Avrupa kıtasının tam göbeğinde olan imparatorluk kendini Fransa ve Rusya arasında sıkışmış hissediyordu. Bir diğer sorun ise Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik ve liberal akımların, çok uluslu bir imparatorluk olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalaması ihtimaliydi.  

Peki, bütün bunların İsrail ve Ortadoğu ile alakası nedir?

Cevap her iki durumda da coğrafyanın getirmiş olduğu kısıtlamaların oynadığı rolde gizli.

Coğrafyanın devletlerin dış politikalarını oluşturmadaki önemini anlamak için XIX. yüzyılda Avrupa’ya hakim olma isteğinde olan Fransa ile mücadele eden Britanya İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanı Lord Viscount Castlereaghile, Fransa’ya karşı savaşan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun usta diplomatı Klemens Von Metternich arasında geçen şu diyaloga kulak vermek gerekir:

Castlereagh:

“Politikalarınızı önceden alınan tedbirler üzerine kurmayın.”

Metternich:

Bizim, gerisine çekilip siyasi gelişmeleri değerlendirecek ve avantajımızın en çok olduğu anda olaylara müdahil olmamızı sağlayan bir İngiliz Kanalı’mız yok. Benim devletimin hayatta kalması yapılacak olan son değil, ilk savaşa bağlı.”

Yukarıdaki diyalog XIX. yüzyıl Avrupa’sında değil de günümüzün Ortadoğu’sunda geçmiş olsaydı bu satırların yazarını hiç şaşırtmazdı. Tüm teknolojik gelişmelere ve kıtalararası seyahat edebilen füzelerin varlığına rağmen elde tutulan toprakların boyutu ve bunun yaratmış olduğu stratejik derinlik algısı, günümüzde halen karar vericilerin zihinlerini meşgul etmekte.

 1967 SINIRLARI

Günümüzde İsrail -Filistin sorununun çözümü için yapılan değerlendirmelerde, İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesinin her şeyi yoluna koyacak olan bir formül olduğu belirtiliyor. Suudi Arabistan tarafından ortaya atılan barış planı girişiminde de İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesi karşılığında Arap devletleri tarafından tanınması ve resmi diplomatik ilişkiler kurulması öneriliyor.

İsrail bu tekliflere neden bugüne kadar açık ve kesin bir şekilde ‘evet’ diyemedi?

Bu soruyu cevaplarken yukarıda kullandığımız XIX. yüzyıl Avrupa’sı örneğine geri dönmekte yarar var. XIX. yüzyılda Britanya İmparatorluğu’na Fransa’ya karşı avantaj sağlayan şey, İngiliz Kanalı’nın varlığıydı. Bu su kanalı Fransa’yı Britanya’dan ayırmanın yanı sıra, olası bir Fransız saldırısına karşı Britanya’nın kuvvetli donanmasını kullanarak kendisini savunmasını sağlıyor ve Fransa’nın sahip olduğu kuvvetli kara ordusunu etkisiz kılıyordu. Kısacası bu kanal o dönemde Britanya İmparatorluğu’na stratejik derinlik sağlıyordu. İsrailli bazı uzmanlara göre nasıl ki XIX. yüzyılda Britanya İmparatorluğu’na stratejik derinlik sağlayan etken İngiliz kanalı ise günümüz İsrail’ine stratejik derinlik sağlayan bölge 1967 sonrası İsrail sınırlarıdır.

İsrail’de özellikle sağ eğilimli uzmanların cevaplarını aradıkları sorular şunlar; 1967 sınırlarına geri dönülmesi halinde İsrail’in kuzey bölgesinde bulunan ve Akdeniz’e kıyısı olan Natanya şehrinin, Arap kasabası olan Tulkarim’e uzaklığı sadece 14 kilometre iken, bu bölge nasıl savunulabilir? Sağ eğilimli uzmanların cevabını aradıkları başka bir soru ise, 1967 sınırlarına geri dönülmesi halinde Suriye’ye bırakılacak olan Golan Tepeleri’nin yokluğunda, İsrail’in kuzeydoğu sınırı nasıl savunulacak?

Bu soruların cevaplarını ararken, birçok İsrailli uzmanın ısrarla vurguladıkları nokta ise İsrail’in 2005 yılındaki Gazze’den geri çekilmesidir. 2005 yılında Gazze’den geri çekilme sonrasında bölgede beklenen barış ortamı bir türlü sağlanamamış, Gazze, El Fetih ve Hamas arasında çıkan iç savaşa tanıklık etmiştir. Bölge tamamen Hamas’ın denetimine geçmiş ve Hamas tarafından İsrail’in güneyine yapılan füze saldırılarında atış rampası olarak kullanılmıştır.

 DİPLOMASİ

İsrail’in içinde bulunduğu çıkmazı anlamaya çalışırken, İsrail’in kendisine tehdit olarak gördüğü devletler tarafından coğrafi olarak kuşatıldığı hissinin anlaşılması yetmez. İsrail’i anlamak için bu ülkenin içinde bulunduğu diplomatik açmazı da anlamak gerekmektedir.

ABD eski Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry KissingerXIX. yüzyıl Avrupa’sı diplomasisini tanımlarken, Metternich’in sahip olduğu en büyük diplomatik avantajın Britanya’yı sürekli olarak yanında tutabilmesi ve diğer devlet adamlarına kıyasla her zaman daha fazla diplomatik opsiyonu olmasını belirtiyordu. Kissinger’ın anlatmak istediği temel nokta, bir devletin birçok devletle ilişkide olması, yani diplomaside birden çok seçeneğe sahip olması, o devletin dış politikasına derinlik ve esneklik kazandıracağıdır.

Aynı perspektiften bakıldığında, İsrail’in sorununun sadece coğrafya değil aynı zamanda diplomasi olduğu da ortaya çıkacaktır. Bilindiği gibi sadece diplomatik ilişkiler kurmak diplomatik manevra alanı yaratmak için yeterli değildir. İsrailli karar alıcılar da XIX. yüzyılda Metternich’in Britanya ile yaptığı gibi her koşul altında ABD’yi yanlarında tutmalarının diplomatik oyunda kendileri için en önemli avantaj olduğunu düşünüyorlar.

Ancak içinde bulunduğumuz bu dönemde, İsrail ile ABD Yönetimi arasındaki fikir ayrılıkları ortaya çıkmaya başladı. Ayrıca İsrail, Türkiye’nin sahip olduğu gibi, bölgede birden çok diplomatik opsiyona sahip ve esnek, derinliği olan bir dış politika yürütebilecek bir ülke de değil. İsrail, bir tarafta Arap ülkelerinin diplomatik izolasyonu ile karşı karşıyayken, diğer taraftan da Mısır ve Ürdün ile barış yapmış olmasına rağmen, bu ülkeler ile arasındaki ilişkiler istenilen seviyeye bir türlü çıkabilmiş değil.

Devlet adamları

Bugün medyada hakim olan hava İsrail’in sağcı bir koalisyon ile yönetildiği ve bunun barışa olanak tanımayacağı yönünde. Ancak unutulmaması gereken gerçek, İsrail’in başında sağ ya da sol eğilimli bir lider olsun, İsrail’in coğrafi konumu ve diplomatik izolasyonu devam etmekte olduğudur.  

Geçmişte İsrailli sağ eğilimli politikacılar birçok kez, bu diplomatik izolasyonun aşılması olasılığı belirdiğinde barış yapma fırsatını kaçırmamışlardır. Örneğin 1979’da Mısır’la barış anlaşması imzalayan ve Sina yarımadasının tümünden çekilme kararı alan İsrailli devlet adamı sağcı Menachem Begin’di.Yine 1991 Madrid görüşmeleri sağcı devlet adamı Yitshak Şamir döneminde gerçekleşti. Unutulmaması gereken diğer bir nokta ise 2005 yılında İsrail’in Gazze’den tek taraflı olarak geri çekilmesi yine bir sağcı lider olan Ariel Şaron döneminde gerçekleşmiştir.

İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM VE ULUSLARARASI SİSTEM

Benimde desteklediğim iki devletli çözüm bugün tüm siyasi aktörler tarafından dile getirilmekte. Ancak unutulmaması gereken en önemli noktalardan bir tanesi uluslararası siyasal sistemin, bu hayalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinde çok büyük etkisinin olduğudur.

1947 yılında Filistinlilere BM Planı çerçevesinde ilk kez kendi devletlerini kurmaları önerildiğinde, uluslararası siyasi sistemde çok önemli yapısal bir değişiklik olmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde çok kutuplu dünya, ABD ve Sovyetler önderliğindeki iki kutuplu dünyaya doğru eviriliyor ve ABD’nin diretmesi sonucu dekolonizasyon hareketi başlıyordu, Afrika, Asya ve Ortadoğu’da sömürgecilikten kurtulan devletler, birer birer bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı, Filistinlilere de işte bu ortamda kendi ülkelerine sahip olma şansı sunuldu. Ancak bu fırsat ne yazık ki kaçtı.

Filistinlilere ikinci kez kendi devletlerini kurmaları şansı verildiğinde, uluslararası siyasi sistemde yine bir yapısal değişiklik meydana gelmekteydi. 1990’ların başındaki Madrid-Oslo görüşmeleri sürecinde, Sovyetlerin çökmesi sonucu, dünya sistemi bu kez iki kutuplu bir düzenden ABD’nin tek süper güç olduğu tek kutuplu dünya düzenine geçmekteydi.

Bu dönem Sovyetlerin dağılmasını ve Asya ve Baltık’taki Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesini getirdi. Dünyadaki bu olumlu havanın yansıması olarak, Filistinlilere de bir fırsat penceresi açılmış ve Filistinlilere de kendi devletlerini kurmaları teklif edilmişti. Ancak ne yazık ki bu fırsat ta boşa harcandı.

Tüm uzmanların aklını meşgul eden soru ise olduğu yerde durmaya devam ediyor; acaba Filistinlilere üçüncü bir kez kendi devletlerini kurmalarının teklif edilmesi için uluslararası sistemde yeni bir yapısal değişikliğin olması mı beklenecek?  Umarız ki bu beklenmez ve İsrail ile yeni kurulacak olan Filistin Devleti barış ve güvenlik içinde yan yana varlıklarını sürdürür.