Tahran’dan bakıldığında

İran’ın 1979 İslam Devrimi öncesi, Şah Rıza Pehlevi döneminde Amerika ile son derece girift ilişkileri vardı. Şah, adeta geleceğini Washington’un çıkarlarına bağlı hale getirmişti.

Marsel RUSSO Perspektif
15 Temmuz 2009 Çarşamba

ABD’nin İran politikası hakkında birçok şey yazılıp çizilmiş, ancak kimse Tahran’ın Washington politikasını irdelememiştir… Güney Florida Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü profesörlerinden Muhsin Milani’ye1 göre, Amerikalı yetkililer dahi bunu merak etmemişlerdir çok fazla. Oysa 2006 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin kayıt altına aldığı şekli ile İran Amerika’yı son dönemlerde en çok rahatsız eden ülkedir.

Nükleer yapılanmayı bir ihtiras seviyesinde gören mollaların güdümünde olan İran’dan beklenen Amerika’ya karşı politikalarını bir “vur – kaç” anlayışı içinde geliştirmesi; Amerikan çıkarlarına bu yönde, bir gerilla savaşı anlayışı ile zarar vermeye çalışması… Yine beklenen, buna karşı Amerika’nın, “irrasyonelliğin pençesine” düşmüş İranlı yöneticileri, güç kullanma dahil, her tür yolla tasfiye etmesi…

Ancak durum bundan uzak. Tahran’ın Amerikan politikasında bir mantık bulmak olası. Bunlar, bazı batılı yayın organlarında iddia edildiği gibi “çılgın mollalar” tarafından değil, hesabını kitabını bilen Ayetullah’lar tarafından oluşturuluyor. Öncelikleri çok basit: İran İslam Cumhuriyeti’ni korumak, devrim ile gelen değerlerden ödün vermemek. Oysa Tahran ABD’yi, 1979’da İslam Devrimi’nin Humeyni ile hayata geçmesinden bu yana, bu değerleri sabote edebilecek bir düşman olarak görüyor. Daha da öte, kendi varlığına doğrudan bir tehdit olarak algılıyor. Dolayısı ile, özellikle Mahmud Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanlığına seçildiği 2005 yılından bu yana, ve elbette ki dini lider Ali Hamaney’in de bilgisi ve onayı dahilinde, bir silahlanma dönemine girmiş, orta ve uzun menzilli misilleri geliştirmenin yanı sıra, nükleer programı ile endişe ile izlenir bir ülke konumuna gelmiştir.

Amacı bellidir; bir yanda bölgesinde karşılaşacağı Amerikan baskısını nötralize etmek, öte yanda Akdeniz’den Basra Körfezi’ne, Kafkaslardan Orta Asya’ya, bu coğrafyayı kontrolü altına almak. Silah gücü ile olası düşmanlara gözdağı vermek, geniş petrol ve doğal gaz rezervleri ile dostlarını kayırmak, onları ödüllendirmek.

İran’daki Amerikan aleyhtarlığının izlerini devrim öncesinde de sürmek mümkündür. Bu anlamda 1953 yılında Başbakan Muhammed Mossadegh’e karşı yapılan darbe bir milat oluşturur.2 Mossadegh, 1951 yılında başbakanlığa seçildikten sonra yaptığı bir dizi ekonomik reform ile daha önce İngilizlerin kontrolü altında olan petrolü millileştirmiş, hatta daha da öteye giderek, İran’ı bağlantısız üçüncü dünya ülkeleri arasına sokmuştur. Siyasi olarak sosyalizmi ret ediyor olmasına rağmen, Soğuk Savaş yıllarında, Mossadegh’in izlediği siyaset özellikle İngiliz çevrelerinde ciddi kaygılar uyandırmış, bunun sonucunun, Tahran’da Sovyet yanlısı Tudeh Partisi’nin iktidara ortak olmasına yol açacağı endişesi, Londra ve Washington’u harekete geçirmiştir. Mossadegh, askeri bir darbe ile görevden uzaklaştırılmıştır.

Bu darbede, fitili aslen İngiltere’nin çekmiş olmasına rağmen, Amerika, İkinci Dünya Savaşı sonrası süper güç konumuna girmesi ile kendisini ret edemeyeceği bir şekilde olayların ortasında bulmuş, İran’daki Amerikan algısının neden değiştiğini uzunca bir süre kavrayamamıştır.

Sürgüne gönderilmesinden bir süre önce, daha sonra İslam Devrimi’nin mimarı olacak Ayetullah Humeyni, 1964 yılında yaptığı konuşmaların birinde, Amerika’yı devamlı İran’ın içişlerine karışmakla suçlamış, İran’ın Amerikan kolonisi haline getirilmek istendiğini iddia etmiştir. O sıralarda, Washington’un desteği, İran Şahı Rıza Pehlevi tarafından, laik bir devlet düzeni için vazgeçilmez görülüyordu. 1979 Devrimine tırmanan yolda, siyasi görüşü ne olursa olsun, rejim muhalifleri, Rıza Pehlivi’yi Amerika’nın Şahı olarak görüyorlardı. “Bağımsızlık” hareketlerine anlam veren bir slogandı…

1979 İran İslam Devrimi’nin hemen sonrasında, Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin işgal edilerek içindekilerin rehin alınması, iki ülke arasındaki ilişkileri, geri döndürülemez şekilde yıkar. İşgalciler tarafından didik didik edilen belgelerde, Amerikan çıkarları çerçevesinde hareket ettikleri öne sürülen birçok siyasetçi, toplum ileri geleni, işadamı, bilim adamı tutuklanır, sürgüne gönderilir. Aslı olup olmadığı irdelenemeyecek birçok iddia, devrimin propaganda araçları ile dağılır. Doğru ile yanlışın nerede kesiştiği artık algılanamaz bir noktaya gelir.

Humeyni işte bu dönemde Amerika’yı “Büyük Şeytan” olarak adlandırır. İran’da anti-Amerikancılık, Amerika’da ise anti-İrancılık, birbirinden ayrılmaz şekilde gelişir, toplumların dokusuna işler. Yıllarca, Tahran yönetimi muhaliflerini anti-Amerikan söylemler kullanarak alt etmeğe çalışacaktır bundan böyle… Devrimden hemen sonra başlayan İran – Irak Savaşı’nda Washington’un Irak’ı desteklediği ve bu yolla İslam Devrimi’ni yıkmağa çalıştığı iddiaları İran kamuoyunda dillendirilir. Birçok batı yanlısı İranlı aydın ve Şah’a karşı girişimleri destekleyen değişik siyasi oluşumlardan birçok kişi bu süreç içinde, şu veya bu şekilde etkisiz duruma getirilir.

O günlerden bugüne, Amerikan aleyhtarlığı İran’da adeta kurumsallaşmış bir durumda. Kimileri Amerika’ya salt ideolojik nedenlerden karşı çıkmaktalar. Bazılarının beklentileri ekonomik: Tahran ile Washington arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ambargo sonrası oluşan kanundışı ticari yolların ya da karaborsanın sonunu getirebilir. Bu da çok ciddi bir gelir kapısının, devrim ile oluşan yeni nüfuz alanı sahiplerinin önünde, kapanacağı anlamına gelir şüphesiz. Bir de, İran’ın desteklediği ancak batı dünyasının terörist olarak adlandırdığı bazı Ortadoğu kaynaklı grupların siyasi lobi faaliyetleri var ki, bunlar İran’ın iç siyasi dinamiklerini yakından ilgilendirmektedir. Böylesi grupların varlıkları iki başkent arasındaki olası yakınlaşmadan olumsuz yönde etkilenecek ve bölgedeki ağırlıkları azalabilecektir.

Unutulmamalıdır ki, bugünkü konjonktür içinde, İran, Irak’taki Şii grupları, Hizbullah’ı ve Şii olmamasına rağmen söylemini Ortadoğu’da en başarılı şekilde dillendiren Hamas’ı doğrudan desteklemekte, bu şekilde Arap alemini kıskaç altına almaktadır. Etki alanını bu anlamda canlı tutmaya çalışan İran, karşısında Amerika’nın Bahreyn, Kuveyt ve Katar’daki üslerini, Irak ve Afganistan’daki askeri gücünü buluyor. Siyasi anlamda, Tahran’ın rakipleri ile dostluklar kuran Washington, Ayetullahların canını sıkıyor. Hamaney’e göre, Amerika, ekonomik ambargolarla, İran’ın nükleer programını sabote etme girişimleri ile savaş öncesi tamtamları çalıyor.

İran’ın buna karşı aldığı önlemler arasında birinci sırada asimetrik bir savaşa hazırlık var. Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki hatırı sayılır yapılanmasına karşın İran ülkesinde Devrim Muhafızları’nın konumunu güçlendirmekle işe başladı. Komutalarının  – Hamaney’e bağlı olmakla birlikte – merkezkaç bir yapıya kavuşturulması bu anlamda atılan ilk adım olma niteliğinde. Bunun yanında denizden gelebilecek saldırılara karşı Basra Körfezi’ne konuşlandırılan binlerce saldırı botu ile olası hava indirmeleri ya da kara saldırılarına karşı koyacak, binlerce 2-kişilik motosiklet gücü, İran’ın asimetrik savaş hazırlıklarından birkaçı.

Buna bir de silah modernizasyonu, füze ve füze-savar programının geliştirilmesini de eklemek gerek.

Nükleer programa gelince… Tahran uzun zamandır nükleer programını barışçıl amaçlar için geliştirdiğini iddia etmektedir. Bu iddianın temelinde, aksi bir tutumun İslam yasalarını çiğneyeceği görüşü var. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran’ın nükleer kapasitesini askeri amaçlar için kullanabileceğini gösteren bir bulguya – şu ana dek – ulaşmış değil. Ancak Tahran’ın bu konudaki barışçıl emellerinin de teyit edilmemiş olduğunu hemen eklemek gerek. İranlı yöneticiler bu alanda sessizliklerini koruyorlar. Şu anki konumu ile İran, uranyumu zenginleştirebilecek ülkeler kulübüne girmiş durumda. Bu da başta İsrail olmak üzere bölgedeki - Arap ülkeleri dahil - tüm ülkeleri düşündürüyor.

Amerikan’ın ve batılı başkentlerin bu konu etrafında ördükleri inatçı baskı, İranlı yöneticilerin eline koz vermiş durumda, çünkü olay ulusal bir dava haline getirilmiş gibi. İran petrol zengini bir ülke. İran’da yine çok zengin doğal gaz kaynakları var. Hal böyleyken, yetkililerin beyan ettikleri şekli ile gündelik kullanım için bir nükleer enerjiye gerçekten ihtiyaç var mı?

Aslında durum, İran’ın etkin isimlerinden Haşimi Rafsancani tarafından 2005 yılındaki bir mülakatında özetlenmiş gibi duruyor: “Nükleer teknolojiyi şu aşamada operasyonel bir mantıkla yürütmüyoruz. Ancak gerekli gördüğümüz anda bunu askeri alana kaydırma kapasitemiz var.”

Görülen o ki, İran da Amerika da adeta kendilerini bir poker partisine kaptırmış durumdalar. İran nükleer programı ile ilgili kozlarını göstermezken, Amerika da İran’a saldırı ihtimalini hep bir opsiyon olarak elinde tutuyor. Washington’un eli kuvvetli gibi duruyor, ancak şu bir gerçek ki, kuvvetli el her zaman galip gelmeyebilir.