Bir tutkunun öyküsü: ROSA ESKENAZİ

2010 yılı, Rebetiko müziğinin “Diva”sı İstanbul doğumlu Roza Eskenazi’nin ölümünün 30. yıl dönümü. 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan bu müzik türüne damgasını vurmuş bu güçlü kadının yaşamı tek kelimeyle özetlenecek olursa bu kelime “tutku” olur.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

32 yaşındaki İsrailli yönetmen Roy Sher, “Benim Tatlı Kanaryam” adlı yeni belgesel film projesinde, Rebetiko’ya adanmış bir yaşamdan, Roza Eskenazi’nin yaşamından yola çıkarak bu tutkunun öyküsünü anlatıyor…

“Benim Tatlı Kanaryam” adlı yeni belgesel film çalışmanızdan söz eder misiniz biraz? Nasıl bir öyküsü var?

Film iki ana eksende ilerliyor. Birincisi müzik tutkusunun peşinden giderek hayatı boyunca bu yolda büyük bedeller ödemiş bir kadının, Roza’nın yaşam öyküsü - ki bu öykü aynı zamanda 20. yüzyılda bu bölgedeki yaşamı da birçok yönüyle sembolize ediyor-; ikinci eksen ise müzikal eksen. Filmde üç müzisyenin yolculuğuna tanık oluyoruz. İsrailli bir ud ve buzuki ustası, İngiliz-Kıbrıs kökenli bir şarkıcı ve Türk bir kemancı, Roza’nın şarkılarının yer alacağı bir konser vermek üzere yola çıkarlar. Bu üç müzisyenin ilk tanışmalarından başlayarak yaptıkları provalara, Türkiye ve Yunanistan’daki Rebetiko müziği çalınan mekânlarda verdikleri konserlere tanık oluyoruz. Ayrıca bu yolculuk süresince yerel Rebetiko müzisyenleriyle Roza’nın bu müzik türünün gelişmesindeki etkisi üzerine söyleşecekler ve birlikte Roza’nın şarkılarını söyleyecekler.

Sizi, Roza Eskenazi’nin yaşamıyla ilgili bir belgesel yapmaya iten neydi? Roza’nın yaşamının, müziğinin sizce çarpıcı yanı ve onun öyküsünü anlatmanın sizin için önemi nedir? 

Rebetiko’ya olan tutkum Kudüs’te yaşadığım dönemde, beş yıl önce başladı. Nachlaot adlı bölgede bir barda her hafta “The Red Flower” adlı bir grup, Rebetiko müziği yapıyordu. Böylece bu özel müzik türünün kökenlerini, siyasi ve tarihi arka planını araştırmaya başladım. Roza’nın adıyla ilk karşılaşmam bu araştırmalarım sırasında oldu. Roza’nın Yahudi olduğunu öğrendiğimde ona olan merakım ve ilgim daha da arttı.

Roza’nın öyküsü ile ilgili beni heyecanlandıran ve esinlendiren iki temel nokta var. Birincisi, müziğe ve aşka olan tutkusu ile, hayatı boyunca tutkuları uğruna ödediği bedeller… Ailesini ve evini küçük yaşta terk edişi, ilk ve tek oğlundan vazgeçmek zorunda kalışı, evli bir adamla aşk uğruna beraber oluşu, kariyerinde yükselip üne kavuştuktan sonra düşüşü… Film için yaptığımız araştırmalarda mezarını Korint Körfezi’nde küçük bir köyde bulduk; başında bir mezar taşı bile yoktu… İsminin yazılı olduğu bir haç, küçük bir fotoğraf ve bir tutam toprak.

İkinci olarak, Roza’nın öyküsünün bu bölgenin kadınının 20. yüzyıldaki durumunu iyi ifade ettiğini düşünüyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, savaşlar, göç ve Holokost… 

Roza’nın yaşamından geriye çok az belge kalmış ama arkasında çoğu Yunanca ve Türkçe 500’e yakın şarkı bırakmış. İnanılmaz olan ise yazılmalarının üzerinden 80 yıl geçmesine rağmen hala birçok ülkenin gencinin bu şarkıları söyleyip onlarla dans etmeleri. İşte bu Roza’nın gerçek mirası.

Roza’nın öyküsüne baktığımızda onun kimliğini Yahudi, Türk ve Yunan kültürlerinin şekillendirdiğini ve tutkusunun tam da bu üç kültürün kesiştiği noktadan beslendiğini görüyoruz. Öyküsünü anlatmak için bu üç kültürden gelen müzisyenler seçmenizi bu duruma bağlayabilir miyiz?

Roza, 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’da doğdu. Onun anadili Türkçe ve Ladino’ydu. Müzikal anlamda zamanının Türk müzisyenlerinden etkilenmiş olması yüksek bir ihtimal. Yaşamının büyük bir kısmını ise oradaki yerel kültürü ve dili öğrenmeye çalıştığı Yunanistan’da geçirdi. Ölümünden üç yıl önce vaftiz edilmiş olmasına ve bir Hıristiyan mezarlığına gömülmesine karşın, yaşamı boyunca her Kipur’da Atina’da bulunan bir sinagoga gidip mum yaktığı biliniyor. Bu örnekler gösteriyor ki, onun kimliği oldukça karmaşıktı ve belirli bir dininin veya uyruğunun olduğundan söz edemiyoruz. Sanırım bu durum, benim Roza’yla ilgili olarak öne çıkartmak isteğim bireyselliği, sosyal ve kültürel konvansiyonların dışında yaşamayı seçmesi gibi hususları vurgulamaya yardımcı oluyor.

Söz konusu üç müzisyen ise aslında kendilerinden başkasını temsil etmiyorlar. İzleyicilere müzik yapmak için –daha da açık olmak gerekirse Roza’nın müziğini yapmak için- bir araya gelen bu üç bireyin öyküsünü anlatmak istiyorum. Bu seçimin başlıca kriteri ise bu kişilerin müzikal ve kültürel kökenleri oldu. Aslına bakarsanız kariyerlerinde Rebetiko müziği ile ilgilenmiş ama bir anlamda da bu müziğe objektif olarak bakabilen üç kişiyi seçtim.

Roza’yı tanıyan bir adamdan öğrendiğim ilginç bir anekdotu da bu noktada paylaşmak isterim: Yaşlılığında fakir ve hasta olan Roza, gittiği çeşitli küçük tavernalarda 2–3 bardak Uzo’dan sonra Türkçe şarkılar söylemeye başlarmış.

Filmin bir kısmının İstanbul’da çekileceğini öğrendik. İstanbul’un Roza’nın yaşamındaki ayrıcalıklı önemine biraz daha değinebilir miyiz?

Roza, İstanbul’da doğdu. Konuşmayı ve dinlemeyi burada öğrendi. Buraya ait yerel müziği ve sesleri dinleyerek büyüdü. 19. yüzyıl sonlarında İstanbul’un kozmopolit yapısının içinden gelmiş olmanın, yaptığı seçimleri ve ilerde vereceği kararları etkilediğini söyleyebiliriz.

Filmin büyük bir bölümü burada çekilecek. Bu sahnelerle izleyicinin deneyimlemesini amaçladığım en önemli şey, Roza’nın büyüdüğü şehrin kültürel ve sosyal atmosferinin etkisi. Bu şehrin sesi, tadı ve kokusu… O dönemde burada Yahudi Cemaati’nin bir parçası olmanın sosyal karşılığı…    

Sanırım filmin adı Roza’nın “To Kanarini” adlı şarkısından geliyor. Neden bu başlık?

Aslında filmin adına henüz tam karar vermedim. Bu başlık doğal olarak geldi çünkü şarkının sözleri Roza’ya ait ve o şarkı söyleyen bir bülbül gibi… Roza’nın birçok şarkısının olduğu gibi bu şarkının da orijinali Türkçe: Bülbül.    

Bu proje içinde Türkiye’den kimler yer alıyor?

Bu konuda çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Türkiye’de bana yardımcı olan harika insanlarla tanıştım. Özellikle filmin Türkiye’deki yapım koordinatörlüğünü yapan Alev Akşahin ve Haris Theodorelis Rigas ve 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi Başkanı Naim Güleryüz’ün katkılarını vurgulamak isterim. Ayrıca, Hahambaşılığın destekleri de yadsınamaz.

Filmin bir sahnesinde İbrahim Bardavit ile Kuzguncuk bölgesini ziyaret edeceğiz. İbrahim Bey bu karmaşık bölgenin dar sokaklarında bizi bir zaman yolculuğuna çıkartacak ve çocukluk anılarından söz ederek geçen yüzyılın başına götürecek.  

Filmin destekçileri kimler?

Filmdeki şarkılardan oluşan bir albüm de çıkartmayı planlıyoruz. Şu anda Jehoshua Rabinovitz Vakfı, Tel Aviv Üniversitesi, İsrail Kanal 2, Keshet Yayıncılık, Yunan Ulusal

Televizyonu  ERT ve bazı küçük vakıflar destekçilerimiz. Büyük bir kısmı yurtdışında çekildiği için pahalı bir proje ve bu nedenle hala finansal destek arayışlarımız sürüyor. 

Peki, Türk izleyicisinin bu filmi ne zaman ve nasıl görebileceği belli mi?

Film, Haziran 2010’da tamamlanacak. 2010 yılı aynı zamanda Roza’nın ölümünün 30. yıldönümü. Daha önce bazı Türk televizyon kanallarıyla irtibat kurduk ancak bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. Umarım ilerleyen zamanlarda Türk kültürünün de önemli bir parçasını yansıtan bu yolculuğa Türkiye’den destek buluruz.   

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bu söyleşiyi fırsat bilip Şalom okurlarını Roza ve Skinazi Ailesine ait ellerinde herhangi bir bilgi varsa bizimle paylaşmaya davet etmek istiyorum. Roza, Avraham ve Vida’nın (veya Flora) kızı olarak Sara Skinazi adıyla doğdu. Nisim ve Sami adında iki ağabeyi vardı. Babasının 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’da bir depolama tesisi olduğunu biliyoruz. Skinazi ailesi 20. yüzyılın başında Selanik’e taşındı.

Şalom okurları Roza’ya ve onun İstanbul’daki yaşamına dair paylaşmak istediklerini [email protected] adresine e-posta atarak bu projeye katkıda bulunabilirler.

Verda HABİF