Berlin’de Yahudi izleri...

Nazi dönemi öncesi 170.000 Yahudi nüfusuyla Almanya’nın en önemli  kültür merkezi durumuna gelmiş Berlin’i bugün gezerken, salt Yahudi anıt ve müzelerinin“hakkını verebilmek” için birkaç güne ihtiyacınız olacak..!

-
8 Temmuz 2009 Çarşamba

Düşüncelerine değer verdiğim bir arkadaşım, “Almanya sınırları dahilinde, ‘Almanya dışında’ olduğumu düşünebildiğim tek Alman şehri Berlin’dir!” der... Geçtiğimiz Mayıs ayında “limmud.de 2009” günleri çerçevesinde Türkiye Yahudileri konusunda bir workshop sunmak üzere davet edildiğim bu kentin sokaklarında dolaşırken, eşim ile birlikte gerçekten de bu hisleri yaşadık.Duvarın yıkılmasıyla –kendi kanımca– yetmiş iki yıl (1918-1990) sürmüş olan aşağılık kompleksinden kurtulmuş olan Almanya’nın yeniden başkenti olmakla birlikte, bir dünya kentidir artık Berlin – ve bu bağlamda bir ulusun yükselişini, çöküşünü ve bir anka kuşu gibi kendi küllerinden gene doruklara çıkışının bir simgesidir. Bu özellik ise Berlin’in Yahudi tarihi için de tam tamına geçerli olsa gerek – ve en başta kentin iki “Yahudi ikonu” ile temsil ediliyor ki, bunlar neredeyse yüz elli yıllık “Yeni Sinagog” ile bundan birkaç yıl önce kurulmuş “Berlin Yahudi Müzesi”dir.

3200 kişi aynı anda dua edebiliyor – veya Einstein’ın keman tınılarına kulak veriyordu...

Almanya’nın eski İstanbul Başkonsolosu Rainer Möckelmann, kentin önemli binalarının çepeçevre göründüğü çatı terasında bize en başta bu dev sinagogun görkemli altın renkli kubbesini gösteriyordu: “İşte, Yahudiliğin bu kentteki tarihi önemini simgeleyen bir yapıt!” Gerçekten de, bu sinagog 1866 yılında kurulduğunda Berlin’de kayıtlı Yahudi nüfusu 30 bin kişiyi geçmezken, elli yıl içinde beşe katlanmış ve 1914 yılına dek kent nüfusunun sadece yüzde üçünden yüzde sekizine çıkmakla kalmayacak, sanayi/ticaret, bilim ve özellikle kültür/sanat dünyasının tüm kollarında öncü kişilikleri doğuracaktı..!

Döneminin ünlü mimarlarından Eduard Knoblauch tarafınca Elhamra/Granada stilinde tasarlanmış, 3200 kişinin aynı anda dualara katılabileceği bu dev sinagog, daha ilk gününden başlamak üzere çeşitli tartışmalara yol açmıştı: Liberal kesim, İspanyol/Arap mimari türünün, Yahudiliği Orta Avrupa yaşamına “yabancı” bir unsur olarak damgalayacağını ve böylece Alman halki ile arzu ettikleri kaynaşmayı (her ne demekse?!) zorlaştıracağını düşünüyordu. Gelenekselciler ise, özellikle sinagogun iç donanımı ve dualarda kullanılmaya başlanan org müziğine karşı çıkıyorlardı – dahası bu çelişki, 1885 yılında Berlin’de ayrı, tutucu bir cemaatin kurulmasına yol bile açacaktı... Ne var ki, dini uygulamalar bir yandan liberal bir şekilde sürdürülürken, aynı zamanda bu “toplumun evinde” (“beth ha-knesseth”) dünyevi etkinlikler de yer alıyordu – örneğin, 29 Ocak 1930’da Albert Einstein’in da solist olarak katıldığı Haendel ve Bach resitallerinde olduğu gibi..! Birkaç yıl geçmeden ise, Yahudi düşmanlarının onyıllardır nefret ile baktıkları Almanya’nın bu en büyük kubbesi de “zamane” saldırılara hedef olacaktı – ancak 9 Kasım 1938 “Kristall” gecesinde sinagoga saldırmaya kalkışan SA güruhuna karşı çıkmaya cesaret etmiş olan duyarlı bir polis memuru, itfayeye haber verip bu tarihi binanın yakılmasına engel olmuştu (komiser Wilhelm Krützfeld’in bu yürekli eylemi, sinagogun giriş kapısında görebileceğiniz yazıt ile bugüne dek anılmaktadır...). Berlin’de yaşam savaşı veren ve gittikçe küçülen cemaatin 1943 yılında katıldığı son duanın ardından Alman ordusunun bir ardiye binasına dönüştürülen bu görkemli bina, aynı yıl hava bombardımanlarına hedef olmakla birlikte, kısmen ayakta kalabilmiş ve yaşamını savaşın ardından Doğu Berlin Yahudi Cemaati tarafınca, kentin karanlık tarihini simgeleyen bir anıt olarak sürdürmesini bilmiştir – ta ki, 1988 yılında, Demokratik (Doğu) Almanya Cumhuriyeti’nin bir yaptırımıyla, restorasyon çalışmaları başlayana dek... İki Almanya’nın birleşmesiyle bu çalışmalar hızlandırılmış ve 1995 yılında “Centrum Judaicum” Vakfı, Berlin’deki Yahudi Yaşamı’nın bir kesitini gösteren sürekli sergisi kapılarını açmış, geniş çapta bir belge arşivi de araştırmacıların hizmetine sunulmaya başlanmıştır.

Oranienburger Strasse’deki bu yapıtta artık dua edilmiyor – ve eğer benzer büyüklükteki bir sinagogda dini etkinliklere katılmak istiyorsanız, oldukça yakın çevrede bulunan RykestrasseSinagogu’nu öneririm... Özellikle doğu Avrupa’dan gelen göçlerle Berlin’de gittikçe artan Yahudi nüfusunun gereksinimlerini karşılamak üzere 1904 yılında kurulmuş olan bu dua evi kentin ikinci büyük sinagoguydu. Neo-klasik biçimde inşa edilmiş bu binanın kaderi de Nazi dönemindeki benzer biçimde gelişti – “Kristallnacht”da yıkılmaktan kurtulmuş, ancak 1940 yılından sonra at ahırı olarak kullanılmış ve Doğu Almanya hükümeti tarafınca onarılarak yeniden kullanıma açılmıştı. 1990 yılında sadece 200 kadar yahidi bulunan bu sinagog, önce 2004’de ve son olarak 2007 yılında iki kapsamlı onarımdan geçirilerek bugün 1200 kişilik kapasitesiyle Almanya’nın en büyük sinagogu konumundadır.

Adım adım acı anılar - ve anıtları...

Ancak “Yahudilerin Berlin’i” sadece sinagoglar değildir, tabii ki... Kentin Yahudi yaşamının kilometre taşlarını tanımak için en iyi yöntem, ya bu konuya ayrılmış özel bir yürüyüş turuna katılmak veya bir rehber kitabın yardımıyla adım adım dolaşmaktır. Böyle bir turun hareket noktasını, salt duygusal amaçla “Hackescher Markt” metro istasyonundan başlatmayı öneririm: Berlin’deki ilk Yahudi izlerine 13.Yüzyılda, adı halen “Jüdengasse” olmakla birlikte bugün hiçbir Yahudi yaşamının olmadığı bu bölgede rastlanmıştı... Ardından “Rosenstrasse”ye yönelebilirsiniz. Bu sokağın 2-4 numaralı binasında bulunan Yahudi Cemaatinin ofislerinde  1943 yılında tutsak edilmiş, Hristiyan Alman kadınlarla evli 1800 kadar Yahudi erkek, eşlerinin günlerce süren protestoları sonucu serbest bırakılmıştı. Nazi döneminde benzerine pek rastlanmamış bu yürekli başkaldırının anısına sokağın hemen girişinde, birkaç çağdaş yontudan oluşan bir anıt yer alır. Yolumuza devam edip, az sonra Berlin’in en eski Yahudi mezarlığına geliyoruz. Kayıtlara geçmiş ilk gömünün 1672 yılında yapıldığı bilinen bu kabristanın 1827 yılında kullanıma kapatılmasına dek burada 7 ile 10 bin kişinin gömüldüğü sanılmaktadır. Alman Yahudiliğinin önde gelen manevi lideri, düşünür-yazar Moses Mendelssohn’un 1786 tarihli mezarı da burada bulunuyor... O Moses Mendelssohn ki, 1729 yılında doğduğu Dessau kentinden daha 14 yaşında iken, okumak için  –yürüyerek!– Berlin’e gelmesinin ardından çağdaş Alman Yahudi kültürünün temellerini atmış – ve mezarının az ilerisinde bulunan, bugün beşyüze yakın öğrencisi olan Yahudi Lisesi’nin kurucusu olmuştu... Mezarlığın hemen yanında ise 1844 ile 1942 yılları arasında faaliyette bulunan kentin en büyük ihtiyarlar yurdu yer almaktaydı ki, bu bina daha sonra Gestapo tarafınca Auschwitz ve Theresienstadt’a sürülen 55.000 Berlinli Yahudi’nin bir bölümünün son toplandıkları duraktı! Kentin bu acı dolu köşesinde 1985 yılında Doğu Alman sanatçı Willi Lammert’in “Faşizmin Yahudi Kurbanları” isimli yontu-anıtı yer alıyor.

Şurası kesindir ki, Demokratik Alman Cumhuriyeti – başta anti-faşist ideolojisinin bir ürünü olarak – Yahudi Soykırımı için çeşitli önemli anıtlar yaptırmıştı. Bunların belki en ilginç olanına, mezarlığın iki sokak ilerisinde rastlıyoruz. Doğu Berlin Belediyesi 1988 yılında “Berlinli Yahudilerin katkılarının, katledilmelerinin ve başkaldırılarının anısına”, Nazi dönemi öncesinde çok sayıda Yahudinin yaşamış olduğu “Spandauer Vorstadt” bölgesi için bir yontu yarışması düzenler. Yetmiş dört katılımcıdan Karl Biedermann/Eva Butzmann’ın “Terkedilmiş Oda” başlıklı kompozisyonu birinci olurken, “Koppelplatz” meydancığına yerleştirilir: Bir masa, arkasında bir iskemle, önünde ise bir ikincisi, ancak o devrilmiş; birilerinin acele ile odadan ayrılmış olmalarını simgelermişçesine – ya kaçarak, ya da apar-topar bir yerlere götürülerek... Odanın (olmayan) dört duvarının dibinde, çepeçevre, Nobel ödüllü Yahudi ozan Nelly Sachs’ın, “Bacalar” şiirinden birkaç dize...

Yürüyüşümüzü sürdürürken, “Tucholsky” sokağındaki Adass Jisroel Cemaati binasının avlusunda bulunan kaşer Beth Café’de soluklanıyoruz. İşte burasıdır, Oranienburg’daki Yeni Sinagog’daki uygulamaları çok yenilikçi bulup, 1885 yılında yeni, tutucu bir cemaatin kurulduğu yer... Aynı sokakta ilerlerken, bazı eski binaların giriş kapılarının önünde bakışlarını yere doğru yönelttiğinizde, parke taşlarının arasında 10 x 10 büyüklüğünde metalik plaketler göreceksiniz. Bu “Stolperstein”lar Alman sanatçı Günter Demnig’in halen yürütmekte olduğu anı projesinin parçalarıdır: 1993 yılından başlamak üzere, bugün Almanya’nın yirmi kenti ile Avusturya, Macaristan, Italya ve Hollanda’da toplam onbeş bine yakın ev kapısının önüne, bu kapılardan çıkarılıp ölüm kamplarına sürülen kişilerin anılarına birer “tökezleme taşı” yerleştirmiştir. Her taşın üstünde “burada oturan” kişinin adı, doğum tarihi, evinden sürüldüğü tarih ve nerede öldürüldüğü yazılıdır...

Anıtlar, anıtlar, anıtlar – ve, tabii ki, Berlin’in en önemli ikonu olan Brandenburg Kapısı’nın yanındaki dev Holokost Anıtı... Alman gazeteci Lea Rosch’un önerisi üzerine, Federal Parlamento’nun da desteği ile 1995’de açılan yarışmaya katılan 528 proje arasında seçilen mimar Peter Eisenman’ın tasarımı, 19.000 metrekare üzerinde, her biri 2.38 metre boy, 0.95 metre en ve 200 cm ile 4.8 metre arası yükseklikteki 2.711 beton bloktan oluşuyor. Özgün adıyla “Avrupalı Yahudilerin Katledilişine Anıt” olarak bilinen bu dev yapıt, 2.Dünya Savaşı’nın bitimininin 60.yıldönümü olan 10 Mayıs 2005 yılında açılmasından bu yana,  değişik övgü ve eleştiriler almıştır – ne var ki, yaratıcısının kendi yorumuna göre aslında hiçbir simgesel amaç taşımamaktadır ve “Berliner Zeitung”un savladığı gibi “...sanatçının, sadece Alman halkına karşı olan güvenini simgeler...” Gerçekten de, anıtı gezdiğimizde Eisenman’ın bireylere sınırsız bir yorum özgürlüğü bırakmak istediğini görüyoruz; yarattığı şekiller somut olmakta uzak, kişilerin soyut algılama duyarlılığına ise yakındır... Öte yandan, bu anıt ile ilgili “ölümüne somut” birşey arıyorsanız, hemen bitişiğinde (vakit darlığı nedeniyle gezemediğimiz ve dolayısıyla hakkında “ilk ağızdan” bilgi aktaramadığım), yer altında bulunan “Bilgilendirme Mekânı”nda, Yad Vashem Müzesi’nden alınan ve Yahudi Soykırımı’nda yaşamlarını yitirmiş, kayıtlı tüm isimlerin bulunduğu arşivi ziyaret edebilirisiniz.

Bir “yer altı” anıtı daha – bu kez salt Yahudilik ile ilgili değil, ancak aralarında gene nice Yahudi yazarın da bulunduğu, Nazi düşüngesinin kendince “sakıncalı” gördüğü kitapların (gene bir) 10 Mayıs 1933’de yakıldığı meydanda: Aralarında Heinrich Heine, Franz Kafka, Stefan Zweig; Ernst Bloch, Ludwig Marcuse, Karl Marx veya Albert Einstein ile Sigmund Freud gibi nice edebiyatçılar, düşünürler ve bilim adamlarının kitaplarının galeyana gelmiş halk tarafınca yok edilmesini unutturmamak için, yerin altında sıra sıra boş kütüphane rafları sergileniyor, cam bir kapağın altında...

Bir Müze = Bir Gün..!

“Pekiii, Yahudilerin Berlin’i bunca acı tadların yanında başka bir şeyler barındırmıyor mu?” türündeki olası bir sorunuza karşın, birazcık da “güzel” konulara değinelim, değerli “nitelik..”severler... Özellikle 1890’lardan sonra Berlin kentinin kültürel yaşamı ile Yahudi yaşam, et ve tırnak örneği birbirlerinden ayrılamıyordu! Kabare, tiyatro, sinema, müzik, edebiyat, görsel sanatlar, basın ve yayımcılık derken Kurt Tucholsky, Max Reinhard, Ernst Lubitsch, Samuel Wilder (Billy Wilder), Kurt Weill, Friedrich Hollaender, Joseph Roth, Alfred Döblin, Max Liebermann, Leopold Ullstein, Samuel Fischer gibi isimler, özellikle Alman kültürüyle yoğrulmuş kişiler için olmazsa olmazlarıdır... Ama sadece bunlar mı? Almanya’daki büyük mağazacılığın öncüleri Hermann Tietz (Hertie ve Kaufhof), Abraham Wertheim (Kaufhaus Wertheim ve Karstadt) ve Adolf Jandorf (KaDeWe = Kaufhaus des Westens), bu alandaki ilk büyük yatırımlarını Berlin’de yapmış ve ondan sonra ülkenin çeşitli kentlerine uzanmıştır ki, KaDeWe halen Berlin’in en önemli simgelerinden kabul ediliyor... Daha sonra Almanya’nın Dışişleri Bakanı olacak (ve 1922’de bir Nazi suikastine kurban gidecek)  Walther Rathenau’un babası Emil Rathenau ise 1887’de gene Berlin’de AEG firmasını kurarken, Almanya’nın en önemli sanayicilerinin arasına girecekti...

Tüm bunlar ve Alman Yahudiliği adına daha nice gurur verici konular, 2001 yılında kurulmuş olan “Berlin Yahudi Müzesi”nde ziyaretçilerin gözlerinin önüne seriliyor. Burada hemen belirtmek isterim: Bu müzeyi gezmek için en az yarım gün ayırmanız gerekecektir – biz orada neredeyse tüm bir günü geçirdik ve görmek, okumak ve dinlemek istediklerimizin tümüne ulaşamadık..! Sürekli olarak gösterimde bulunan “14 Bölümde 2000 Yıllık Alman Yahudileri Tarihi”nin yanısıra giriş katındaki üç ayrı eksendeki çağdaş enstalasyonlar ve yılda birkaç kez değişen özel gösterimler (örn. bizim izlediğimiz “Ölümcül Tıp” sergisi), her ilgili için fazlasıyla doyurucu oluyor, haftada birkaç kez düzenlenen değişik kültürel etkinliklerinin dışında...

...ve tüm bunların dışında, dokuz sigagogu, üç eğitim kurumu, onu aşkın kültür kulübü, beş gazete/dergisi ve çok sayıda kaşer restoran/café’siyle, sayıları onbeş bine yaklaşan Berlin Yahudilerinin acı/tatlı geçmişi ile gittikçe önem, renk ve çeşitlilik kazanan yaşamlarına tanık olmak için, Berlin kenti kesinlikle birkaç günlük bir seyahate değer..!