Holokost sırasında ‘insan’ neredeydi?

Lubavitcher Rebbe, Rav Menachem Schneerson ile Eli Wiesel Holokost üzerine konuşuyorlarmış. Wiesel de hepimizin aklının bir ucuna takılan soruyu sormuş: “Holokost sırasında Tanrı neredeydi?” Rebbe, Wiesel’in sorusuna başka bir soru ile cevap vermiş: “Sen bana Tanrı neredeydi diye soruyorsun, peki ben de sana soruyorum, Holokost sırasında İNSAN neredeydi?”

Dünya
14 Nisan 2010 Çarşamba

İnsan neredeydi?

Alman halkı, iyi eğitim görmüş, Goethe, Mozart, Bach ve Haendel benzeri insanların torunları olan bir halk. Birçok filozof, düşünür, sanatçı, müzisyen ve entelektüel yetiştirmiş bir millet.

Nazi subayları, bazılarının iki veya üç diploması vardı. Bazıları yüksek lisans, bazıları da Mengele gibi doktora sahibiydiler.

Dikkat ederseniz oldukça medeni bir milletten bahsediyoruz. Ahlâki değerler üzerine ölümsüz bir mesaj vermiş olan Immanuel Kant’ı yaratan bir medeniyetten bahsediyoruz. Ne demişti Kant, “Kanunen, bir insan başkalarının haklarını çiğnediği an suçludur. Ama ahlâken, böyle bir şeyi sadece aklından geçirse bile suçludur.”

İşte böylesine bir millet, yaptıklarıyla hayvanlara eşdeğer bir konuma indirgendi.

Bu noktada az önce verdiğimiz,“Bunlar bilinmeyen bir ülkede, bilmediğimiz kabilelerin güç kavgası” gibi bir kaçamak cevap veremiyoruz. Holokost ile yüzleşince, gerçeğin acı sorusundan kaçmamız imkânsız; “İNSAN ve İNSANLIK neredeydi?”

Ve diğer sorular tüm gücüyle karşımıza çıkıyor? Neden? Nasıl olabilir? Yanlış olan neydi? Onlara yanlış istikamette gittiklerini söyleyecek olan ahlâki mekanizma neredeydi? Terbiye ve ahlâk anlayışına ne oldu?

***

Nazileri bir kenara bırakalım ve kendimize soralım; ya diğerleri neredeydiler? Dünyanın tüm iyi insanları neredeydiler? Birkaç istisnai kişi dışında, kimse Yahudi halkına yardım etmek için kılını kıpırdatmadı.

İşte şimdi varoluşumuzun ve bu dünyadaki sorumluluğumuzun temel noktalarına giriyoruz.

Neden bir insan başkasına yardım etmeli? Başka bir insana yardım etmenin yasal veya mantıksal açıklaması nedir? Ahlâken doğru olarak addedilen bu insani yaklaşımın temeli nedir? Evrim teorisinin temeli en dayanıklı olanın hayatta kalması değil midir? Bir ormanda yalnızca güçlü olan sağ kalmaz mı? O zaman neden başka bir insana yardım ediyoruz?

Hayvansal içgüdünün en önemli özelliği mücadele etmek, kaybetmek, tekrar güç kazanmak, toparlanmak ve bir daha saldırmak değil midir? Doğru veya yanlış diye kanaat getirmemizin mantığı nedir?

Cinayetin mutlak bir yanlış olduğunu ve hayat kurtarmanın mutlak bir doğru olduğunu bize söyleyen kim? Mutlak ahlâkın bir kanunu var mı? Mutlak ahlâk neye dayanır? Değişen yaşam biçimlerine ve ahlâki üsluplara mı?

Size soruyorum; herkes hırsızlık yapıyorsa biz niye yapmayalım? Herkes öldürüyorsa, biz niye öldürmeyelim? Bu kısıtlamanın kaynağı nedir? Kanunlar mı? Peki, kanunların kaynağı nedir? İnsanlar mı? Ya insanlar fikir değiştirirlerse?

Bugün hayvanlara zulmetmek veya köle sahibi olmak ahlâki şeyler değil. Ama yıllar önce bunlar toplumca normal olarak kabul edilmiş davranışlardı. Yarın öbür gün, belki hayvan eti yemek de etik dışı bir hareket olacak ama bugünün şartlarında herhangi bir sakınca arz etmemekte. Peki, bu sürekli değişen doğru ve yanlış kavramlarının temeli nedir?

Diyelim ki 2000 yıl önce Avrupa’da uygulandığı gibi bugün de insan eti yemeğe tekrar başlansa. Başkaları bu uygulamayı kabullendiği için siz de kabullenir miydiniz?

Bu duygular size çok uzak ve duyarsız gelebilir ama ünlü Fransız filozof Michel de Montaigne ‘Yamyamlarla İlgili’ yazısında tam olarak bunları söylemekte: “İnsan kendisinin uygulamadığı şeyleri barbarca şeyler olarak niteler çünkü elinde kendi ülkesindeki düşünce yapısı ve gelenekleri dışında doğruluğu test edecek hiç bir aracı yoktur. İnsanların adalet anlayışını neye göre değerlendirebiliriz ve bizim için güvence olan bu adalet anlayışının her kültürde doğru sonuç vereceğini nasıl söyleyebiliriz?

***

Doğru ve mantıklı addedilen bir argüman sizin kendi vicdanınıza ters gelebilir. Bu mantıklı ama bir o kadar da zalim olan argümanı içimizdeki bir ses yanlış olarak değerlendirebilir.

Atlantik’te seyreden büyük bir gemi varmış. Bir gün, geminin kaptanı uzakta bir ışık görmüş. Hemen telsizine sarılmış “Yoldan çekil!” anonsu vermiş. Işıklı cisim yerinden kıpırdamamış. “Seni uyarıyorum. Kenara çekil, yoksa sana çarpacağız.” Işıklı cisimde yine hareket olmamış. Kaptan bu duruma oldukça bozulmuş ve “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben okyanusun en büyük ve sağlam gemisi Titanik’in kaptanıyım, bir an önce çekil yolumdan!” diye bağırmış.

Sonunda beklediği cevap gelmiş: “Senin kim olduğun umurumda değil, ben deniz feneriyim!

***

Bu gerçeklik duygusuna Yahudilik, Tanrı adını vermiştir. O’nun değiştirilemeyen kurallarından oluşan Tora ise adil bir toplumun kaya gibi sağlam deniz feneridir.

Fyodor Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki bir karakterin dediği gibi, “Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır.”

***

Tanrı’nın sözleriyle “ve her insanın ve kardeşinin elinden insanın ruhunu talep edeceğim. Kim insan kanı dökerse, onun da kanı insan tarafından dökülecektir. Çünkü Ki Betzelem Elokim Asa Et HaAdam, Tanrı kendi görüntüsünden insanı yarattı.”  (Bereşit 9:5-6)

Her insan Betzelem Elokim olarak Tanrı’nın görüntüsünden yaratılmışsa, bizim sorumluluğumuz yalnız Tanrı’ya karşı değil aynı zamanda her bir insana karşıdır da.

(Talmud’daki ünlü deyişlerden birini hatırlayalım: Bir insanı kaybetmek aslında tüm bir dünyayı kaybetmektir. Çünkü yalnız bir kişiyi değil onun tüm muhtemel çocuklarını, torunlarını ve küçük torunlarını da kaybetmiş oluyoruz.)

Bu hiç bir toplum tarafından değiştirilemeyen bir gerçektir. Yeni gelen hiç bir kültür bu konuda üstünlük iddia edemez, hiç bir yeni yaşam biçimi haksıza haklı diyemez, çünkü burada değiştirilmesi imkânsız mutlak adalet vardır.

Peki, adaletin ve ahlâkın kaynağı nedir? Adam öldürmenin yanlış olduğunu nereden biliyoruz?

Çünkü bu Tanrı’nın sözüdür. Çünkü yeni kültürler, akımlar ve ideolojiler gelse de etkilenmeyecek bir gerçekliğe inancımız vardır. Çünkü bize neyin yanlış neyin doğru olduğunu gösteren ve zaman geçse de değişmeyen ana kural budur.

Ben, insanları geleneksel sinagoglara gelmeye davet ettiğimde, Yahudi kültürel mirasını kaybetmemeye çaba sarf etmemiz gerektiğini söylediğimde, Yahudi milletinin gelecek nesilleri olmalı dediğimde – aslında mutlak ahlâkın korunması gerektiğini, Tanrı’nın görüntüsünden yaratıldığı için insanın tüm topluma karşı görev ve sorumlulukları olduğunu belirtmeye çalışıyorum.

Bu, Yahudi milletinin ruhudur, o yüzden biz tüm diğer milletlere ışık vermek zorundayız.

O zaman biz, gelişen dünyanın ahlâki pusulası, adaletin sesi, fakir fukaranın Şofar’ı olalım. Biz, toplumun deniz feneri olalım.

***

Dua ederken Tanrı’yla konuşan bir adam varmış. “Tanrım, bu dünya niye bu kadar kötü? Neden bu kadar kötü olaylar cereyan ediyor? Bir kişi yollayıp bu dünyayı iyi bir yer haline getiremez misin?” dermiş hep. 

Ve birden Tanrı’nın cevabını duymuş: “Ben bir kişi yolladım ve bu kişi SENsin.”

Evet bu konuşma Tanrı hakkında. En azından konuşmanın başlığından bu anlaşılıyor. Bu dünyayı iyileştirmek için Tanrı’nın biz çocuklarına bahşettiği sorumluluk ile ilgili.

İyi bir şey yaparak, adalete olan inancı tesis ederek, insanların kişisel özgürlük haklarını tanıyarak, ihtiyaçlılara bağışta bulunarak, birbirimize yardım ederek bu dünyayı daha iyi bir yer haline getirebiliriz.

Soykırımı durdurmanın tek yolu Tzelem Elokim adaletini öğreterek tek bir kişinin Tanrısal ve sonsuz değerini  dünyaya göstermektir. “Bir daha asla!” sözünü belleklere kazımaktır. Yahudi kültür seviyesini artırarak, Tanrı’ya inancı, onun değişmez kurallarını ve bize Elokim Bara et HaAdam  yani her insan Tanrı’nın görüntüsünden yaratılmıştır diyen Tora’yı topluma aşılamaktır…

***

Size eğitimci Haim Ginott’tan bir anı nakledeyim:

Yeni eğitim yılının ilk gününde özel okulun birinde öğretmenler müdürden şöyle bir mesaj almışlar:

“Sevgili Öğretmen, ben toplama kamplarından sağ kurtulmuş biriyim. Gözlerim hiçbir insanın hayatında tanık olmaması gereken şeyleri gördü: Bilgili mühendisler tarafından inşa edilmiş gaz odalarını, uzman doktorlar tarafından zehirlenmiş çocukları, tecrübeli hemşireler tarafından öldürülmüş bebekleri, lise ve üniversite mezunları tarafından kurşuna dizilip yakılmış kadınları ve çocukları...

Bu yüzden eğitimle ilgili derin şüphelerim var. Benim sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin önce insan olmalarına yardım edin. Çabalarınız sonucunda ortaya bilgili canavarlar, yetenekli psikopatlar veya eğitimli Eichmann’lar çıkmamalı.

Okuma, yazma, aritmetik ancak çocukları daha insancıl yapmaya yarayacaksa önemlidir.”

***

Bu bizim adalet anlayışımızdır ve Peygamberler zamanından beri Yahudilerin varoluş mücadelesi bu yönde olmuştur. Peygamber Yeshayahu’nun bize dediği gibi: “Kılıçlarından saban, mızraklarından üzüm çekmesi yaptılar. Bir millet başka bir millete kılıç çekmeyecek ve savaş nedir bilmeyecek.” 

Ve devam ediyor: “Kurt kuzu ile, leopar keçi yavrusu ile yatacak, sığır hem aslan yavrusu hem de buzağıyla olacak ve küçük bir çocuk onlara önderlik edecek. İnek ve ayı birlikte otlayacak, yavruları birlikte dolaşacak, aslan da sığırlarla birlikte ot yiyecek. Çocuk yılanın deliğinin önünde oynayacak ve elini yemek bulmak için yılanın gözünün üstüne koyacak. Benim kutsal dağımda kimse birbirine zarar vermeyecek, öldürmeyecek.”

Peki bunun nedeni nedir? Şu ana kadar bahsettiğimiz nedenin aynısı: “sular denizi kapladığında tüm dünya Tanrı’nın bilgisi ile dolacak.”

Lubavitcher Rebbe’nin son çağrısı da buydu: “Adalet ve iyilik dolu eylemlerimizin sayısını artırıp Moshiach’ı getirelim ve onun barış, uyum ve Tanrı’nın bilgisi ile dolu devrini yakınlaştıralım.”

Bunu bugün gerçekleştirelim.

 Rav Mendy CHITRIK