'360 Derece' de bu hafta

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu Genel Sekreteri Ahmet Muharrem Atlığ, ‘yanlış algıyı’ insanın mücadele etmesi gereken kendi içindeki hastalıklardan biri olarak nitelendiriyor

Şalom
10 Mart 2010 Çarşamba

Guru Dev (1870-1953)’in II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya koyduğu meşhur ‘hexagon’ (altıgen) teorisini birçoğumuz duymuşuzdur. Ona göre her insanın ruhunun derinliklerinde tedavi edilmeyi bekleyen altı ana hastalık, diğer bir değişle mücadele edilmeyi bekleyen altı ana düşman vardır. Bunlar sırasıyla hırs, öfke, açgözlülük, yanlış algılama, kibir ve kıskançlıktır. Guru Dev’e göre insanın dış dünyadaki düşmanlarını içindeki bu iç düşmanlar yaratır.

Mesela açgözlü ya da kıskançsa, kendisinin sahip olamadığı şeylere sahip olan herkesi düşman beller. Ya da öfkesini kontrol edemiyor ve hırsını dizginleyemiyorsa, dünyayı hem kendine hem de çevresindeki herkese zindan edecektir.

Bu iç düşmanların içinde öyle sinsi, öyle amansız bir tanesi vardır ki onunla mücadele etmek diğerlerinden çok daha zordur; yanlış algılama…

Lise yıllarında seyrettiğim Bruce Lee filmleri ne kadar da hoşuma giderdi. Her film bittiğinde güçlü bir motivasyon ile oturduğum şehirde acaba nerede bir karate kursu bulurum da tez elden ben de bir Bruce Lee olurum diye çok dolaştığımı hatırlıyorum. Şevkle dolu araştırmalarım netice vermiş ve bir Bruce Lee olma hayalim yeşermişti. Ben de filmlerdeki gibi bir hoca bulmuş ve karate kursuna kayıt olmuştum. Şimdilerde her düşündüğümde beni tebessüm ettiren bir algımdan bahsetmek için anlattım bütün bunları. Karate kursuna gittiğim o kısa zaman diliminde sokakta gördüğüm insanları elimde olmadan iki sınıfa ayırıvermiştim. Dövebileceklerim ve dövemeyeceklerim.

Evet, benim için artık karşılaştığım insanlar bu şekilde ancak iki sınıfa ayrılabilirlerdi. Kendimi şartlandırdığım algım buydu çünkü. Onların altyapıları, meziyetleri, etnik kimlikleri, kültürleri, toplum içindeki statüleri, faydaları, sevgileri, üzüntüleri veya sevinçleri beni hiç ilgilendirmiyordu.

Bugün anlıyorum ki insanın yaşadığı çevre ve beslendiği fikri kaynaklar onun dünya görüşünü ve insanlara bakış açısını belirliyor. Kısaca hayata bakış algısını…

Hani klişeleşmiş bir söz vardır ya ‘empati’ diye. Empati kabiliyetini kazanmak hiç de göründüğü gibi kolay değil aslında. Eskilerin deyimiyle ‘sehl-i mümteni’. Yani görünüşte kolay ama işin içine girince zor.

Geçtiğimiz aylarda yapılan ‘Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış’ araştırmasının sonuçları beni çok da şaşırtmadı aslında. Araştırma sonuçları, Türkiye genelinde toplumun yüzde 42’sinin Yahudi komşu istemediğini ortaya çıkarmıştı. Türkiye’de Yahudi olmanın empatisini ben bir Müslüman olarak 7 Temmuz terör hadisesinden sonra Londra’da tatma fırsatı buldum. Londra sokaklarında bazı Sih dinine mensup insanlar sırf dış görünüşleri Müslümanlara benziyor diye dövülmüşlerdi. Sokaklarda daha güvenli gezmek için sakalını ve bıyığını kesen, başörtüsü ile sokağa çıkmaya korkan insanlar gördüm. Amerika’da da durum çok farklı değildi o günlerde. İslamafobi hâlâ devam etmiyor mu?

Birkaç hafta önce ‘medeniyetler ittifakı’ istişare toplantısında Sayın Devlet Bakanımız Prof. Dr. Mehmet Aydın çok manidar bir hatırasını paylaşmıştı bizlerle. Tuba ismindeki kızı Amerika’da bir kütüphaneye gitmiş. Kütüphane memuru Amerikalı hanımefendi isminin ne anlama geldiğini sorduğunda onun Müslüman olduğunu öğrenmiş ve sinirli bir eda ile birdenbire “Bizi neden öldürmek istiyorsunuz?” diye sormuş.

Hadi gelin bizde bir empati yapalım. Sokakta bir Yahudi ile tanıştığımızda aklımıza hangi sorular geliyor sizce?

İlahiyat fakültesi yıllarında ‘bir insanı gerçekten tanıma yolları’ bahsinde hocalarımızın bize öğrettiği bazı parametreler vardı. Mesela beraber yemek yemek, beraber seyahat etmek, beraber kalmak gibi. Bu parametrelerin bizi sadece algılarımız ile hareket edip yanlışlıklar yapmadan kurtarmada ne denli önemli olduklarını daha sonraki yıllarda öğrenme fırsatı buldum. İnsan şu soruyu sormadan edemiyor. Algılarımız mı? Tecrübelerimiz mi?

Ya da algılarımız bizi yanıltıyor olamaz mı? Meleği şeytan, şeytanı da melek olarak algılıyor olamaz mıyız?

Öyleyse eskiden sütten ağzımız yanmış olsa da şimdi yoğurt yerken ona üfleyerek gülünç duruma düşmemeli değil miyiz? Kurtulmalı değil miyiz artık klişelerimizden ve yanlış algılarımızın kurbanı olmaktan? Biraz birbirimizi tanımaya çalışmalı değil miyiz?

Soralım kendimize her TSK mensubu darbeci midir diye? Sonra her dindar rejimi yıkma hayalleri mi kurar? Siyah ve beyazın dışında başka renk yok mudur? Her sakallı hoca, ya da her hoca Konyalı olmak zorunda mıdır? Bu ülkenin vatandaşı olan Hıristiyanlar ve Yahudiler buldukları ilk fırsatta vatana ihanet mi ederler? Her başı açık aydın, her başı kapalı yobaz mıdır?

Görülüyor ki insanın yaşadığı çevre ve beslendiği fikri kaynaklar onun dünya görüşünü ve insanlara bakış açısını belirliyor. Hem de hiç tecrübelerimizin birbirimizi keşfetmesine insafsızcasına izin vermeden.

Eee ne diyelim; bana algını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim…