BURSALI DELİ YUDA BARUH’TAN ESKİŞEHİRLİ YUMURTACI YASEFAÇİ’YE Bir Zamanlar Çıfıt Çarşısı

Büyüklerimizin kıymetini bilmeli, onlar henüz hayattayken bilgeliklerinden faydalanmalıyız; anılarına, deneyimlerine kulak vermeliyiz. Tabii sözüm dinlemeyi bilene…

Tuna SAYLAĞ
3 Mart 2010 Çarşamba

Beki L. Bahar, Pan Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Bir Zamanlar Çıfıt Çarşısı”nda yaşamının değdiği üç şehri -Bursa, Edirne, Eskişehir- tarihsel açıdan irdelerken, aile bireyleri ve hatıraları üzerinden bir zamanlar oralarda var olan Yahudi cemaatlerinin portrelerini, yer yer hüzünlü yer yer mizahi bir dille çiziyor

Yazar Beki L. Bahar, kitabının geçtiği geniş dönem içerisinde konular arasında adeta sörf yapıyor. Çarpıcı anekdotlar, ibret verici yaşam öyküleri, Yahudilere özgü yöresel örf ve adetlerle zenginleştirdiği anlatımı, gerçekliği ve keyifli okunuşu ile Türkiye Yahudileri tarihine önemli bir katkıda bulunuyor.

İyi bir yazar olduğu kadar son derece misafirperver bir ev sahibi de olan Beki L. Bahar’la kitabı üzerine söyleştik.

Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında böyle bir kitap yazmayı düşünmüyordum, kim okur kim ilgilenir diyordum. Pan Yayıncılık’tan Işık Gençer önayak oldu, yazdım. Geçmişimizi biraz bilmemiz lâzım diye düşünüyorum. Şimdiki kuşak belki bir zamanlar büyükbaba veya büyükannelerinin tek bir odada yaşadıklarını idrak edemez bile veya bir bayramı kutlamak için kırk akrabanın bir araya geldiğini ya da Pesah’ta bu kadar çok yumurta yendiğini… Kitabım belki bir nebze bunları hatırlatmaya vesile olur. Ben asıl İstanbul’un yazılmasını isterdim. Birkaç kişi bir araya gelip İstanbul’u yazmak lâzım. Türkiye Yahudi toplumu ne yazık ki, bir tarihçi yetiştiremedi, anılarını yazan yok, belgeleme yok. Oysa tarihin veremediklerini, bir toplumun gelenekleri, yemeği, giyim kuşamı gibi küçük detaylar verir, ortaya koyar. Bugün İskenderiye’deki Kahire Genizası sayesinde Bizans dönemi Yahudileri hakkında birçok bilgiye ulaşıldı. Hahambaşılıktaki responsalar da iyi birer kaynaktırlar ama İbranicedirler. Ayrıca Osmanlı arşivleri de araştırmacılara açılmıştır.

Neden “Çıfıt Çarşısı” adını koydunuz?

Bu kitapta adı geçen kişiler en az yüz sene evvel yaşamış şahsiyetler. O zamanlar Çıfıt (Yahudi) denirdi. Küçümseyici bir tabir değildi. Mesela Kırım’da Çıfıt Kalesi, Eskişehir’de Çıfıt kasabası vardı. Ancak Yahudi ve Musevi sözcükleri kullanılmaya başlandığında Çıfıt biraz unutuldu, kala kala Çıfıt çarşısı (her şeyin bir arada, karışık olarak satıldığı pazar) tabiri kaldı. Ben yeni sözcükler kadar eskileri de kullanmayı severim. Bugün çok kişi Çıfıtın Yahudi demek olduğunu bile bilmez.

Genel bir Bursalı, Edirneli ve Eskişehirli Yahudi portresi çizecek olsanız nasıl tarif edersiniz?

Bursalılar şakacı ve işin hoş tarafı kendileriyle dalga geçebilen insanlar. Ancak bunu yaparken zarafeti hiç elden bırakmıyorlar. Bu özelliği, evimizde sık sık kalan babamın Bursalı akrabalarında gözlemledim. Edirnelileri ise her zaman okumaya meraklı ve kültürlü insanlar olarak görmüşümdür. Bir istatistik yapılacak olsa İstanbul’daki avukatlar, doktorlar yani eğitimli kişilerin birçoğunun Edirneli olduğunu görürüz. Edirne, kızlarını da okuturdu. Bu durumu sadece Alliance’ın varlığına bağlamamak gerek. O zamanlar Edirne’de, propagandasını yapan birçok Hıristiyan okulu vardı ve sırf eğitim alsınlar, dil öğrensinler diye Edirneliler o korkulu okullara kız gönderip okutmuşlardır. Bir Avrupa şehri sayılması, Selanik’e yakın olması, Bulgaristan’la kız alıp vermesi önemli etkenlerdir. Düşünebiliyor musunuz 20. yy başında Yahudiler tarafından kurulmuş sol görüşlü bir işçi derneği bile vardı bu şehirde… Tarih boyunca Jozef Caro gibi büyük insanlar da yetişmiştir Edirne’de. Eskişehir hakkında fazla bir şey bilmiyoruz maalesef, zaten yaşayan Yahudi de azdı. Ancak Eskişehirliler çocuklarını okutmak için İstanbul’a, Ankara’ya yollarlardı. Bayramları geçirmek için kalkar Bursa’ya giderler, eşimin büyükbabası Yasefaçi gibi varlıklı insanlar yılda iki kez buradaki cemaate bağışta bulunurlardı. Aslında amacım Eskişehir’de bile Yahudilerin yaşadığını göstermekti.

Yeni ibadethane yapılmasına izin verilmiyordu birçok yerde, bu yasak günümüzde de geçerli galiba…

Bu yasa Bizans İmparatorluğundan kalma. Sadece onarıma izin verilirdi. Daha sonra gelen Osmanlılar bu kanunu aynen işlettiler. Osmanlılarda Müslümanlaştırma kelimesi sadece insanlar için kullanılmaz, yerler, bölgeler de Müslümanlaştırılır. Mesela Eminönü, deniz kıyısında, Bizans zamanından beri Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı bir semtti. Sonradan, Avcı Mehmet zamanında oraya bir camii yapılmak istendi. O sırada büyük bir yangın çıktı ve çok sayıda Yahudi yangında hayatını veya evini kaybetti. Ve devlet o toprakları istimlâk ederek Yeni Camii inşa edildi, Yahudiler başka semtlere sürüldü. Günümüzde bu yasa halen geçerli olsa da, uygulama biraz daha yumuşatılmıştır.

Farklı şehirlerde yaşayan Yahudiler birbirleri hakkında ne düşünürlerdi?

Şehirler arasında bir rekabet, bir üstünlük yarışı vardı. Birbirlerini tiye alır, zayıf yönlerini bulmaya çalışırlardı. Mesela Edirnelilere hasis derlerdi, bu yafta üzerlerine yapışıp kalmıştır. Kadınları iyi ev kadınıdır. İstanbul kadını ise süsüne püsüne düşkündür, evine bakmaz. Bursalı kadınlar için çaçaron derler. Bütün bunlar birbirleri hakkında çıkardıkları söylentilerdir.

Eskiden var olan aile ilişkilerini bugünkülerle kıyaslayın desem…

Eskiden muazzam bir aile ilişkisi, bağlılık vardı, hatta babam anneme takılırdı. Annem uzak bir akraba bile olsa Edirnelilere hep sahip çıkardı. Hemşerilik önemli bir unsurdu. Şimdi ise kardeş çocukları bile bazen birbirlerini bilmiyorlar. Bir bayramda bir araya ya geliyorlar ya da gelemiyorlar. Geçmişte örf ve adetler çok önemliydi. Mesela Purim’de ailede yeni bir gelin varsa ona şeker yollamak bir gelenekti ya da biri vefat ettiğinde akrabalar sekiz gün boyunca o eve yemek taşırlar, yas tutanlara hiçbir iş yaptırılmazlardı. İstanbul’a geldiğimde bu âdetin Ankara’daki gibi uygulanmadığını, matemde olanların yemek işini düşünmek zorunda kaldıklarını gördüm.

Kitabınızın bir yerinde şöyle diyorsunuz: “Yahudilerde parçalanmış aileler, gurbette giden çocuklar olağandır. (…) Bu acı kuşkusuz en çok anne kalbini dağlar.” Biraz bunu konuşalım…

Sürekli azalan nüfus göçün en önemli göstergesidir. Bir göçte gidenler bir türlü, geriye kalanlar bir türlüdür. Her iki taraf için de durum zordur. Giden, yabancı bir yere gidiyordur ama ümit doludur. En büyük zahmeti göçen birinci kuşak erkekler çekmiştir ve gidenlerin hepsi evlenmek için buradan kız istemişlerdir. Gidip gelen birkaç resim ve mektupla evlilikler gerçekleşmiştir. Bu evlilikler tarafları ne kadar mutlu ederdi, bilinmez. O zamanki ulaşım şartları düşünülürse kalan için de giden için de gidiş o gidişti, bir daha görüşmek imkânsız gibiydi. Bugün ise sadece Yahudiler değil diğer insanlar da iyi bir hayat uğruna göç ediyorlar.

Kitabı yazarken nasıl duygular yaşadınız?

Annem her zaman annesinin hayatını romanlaştırmamı isterdi. Belki yapabilirdim ama titiz çalışmayı sevdiğimden o dönemi, yaşadığı yerleri iyice araştırmam gerekiyordu. O yüzden yazmadım. Belki kabahat ettim, bilemiyorum. O yüzden bu kitabı kaleme alırken bir yerde annemin ruhunun şad olduğunu düşündüm. Çünkü bütün sevdiklerinden söz ediyorum kitapta. Annem çok küçük yaşta Edirne’den geldi. Babasını dört yaşındayken kaybetmişti o yüzden annesi onun için adeta bir Tanrı’ydı. Arka arkaya birçok savaş yaşanmış ve hayat hiç kolay değildi. Yahudi Cemaati fakirdi, birçok dul ve yetim vardı. Annem hep bunları yazmamı isterdi.