Havuçsuz ve sopasız arabuluculuk olmaz

Ortadoğu gibi, köklü sorunlara ve çatışmalara ev sahipliği yapan bir bölgede, ‘arabuluculuk’ da çok büyük zorlukları beraberinde getirir. Bugüne kadar birçok Batılı devletin soyunduğu bu misyonda Türkiye’nin başarılı olma şansı nedir?

Dünya
16 Aralık 2009 Çarşamba

Birkaç hafta önce ülkemizi ziyaret eden İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer, “Suriye ile yeniden barış görüşmelerine başlamak istiyoruz, Türkiye bu görüşmelerde eski konumuyla aracılık yapabilir” dedi.

Son birkaç yıldır, AKP hükümetinin Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bölgedeki birçok çatışmada ‘arabulucu’ rolü oynamaya istekli olduğu ortada. Arabuluculuk barışa katkıdır. Bu nedenle arzuladığımız bir roldür ve Türkiye’nin böyle bir sorumluluğu alması bizim için sevindirici bir gelişme olur.

Ancak, bu girişimin bir kez daha hüsranla bitmesi oldukça muhtemeldir ve Türkiye’nin böyle bir sonuç karşısında geçen defa gösterdiği aşırı tepkiyi yeniden göstermeyeceğinin garantisi yok. Bu nedenle, tarafsız ve sabırlı bir duruş gerektiren arabuluculuk rolüne en baştan soyunmamak ya da ancak Ortadoğu’da dengeleri kökten değiştirme yetisi olan ABD veya benzeri bir gücün liderliğinde girişmek, daha sağlamcı bir yaklaşım olacak.

Öncelikle, Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasında tek başına yürüteceği bir arabuluculuk sürecine dair karamsarlığımı basit bir analizle netleştirmek isterim.

Bugüne kadar Arap-İsrail arabuluculuğuna soyunmuş hangi ülke kalıcı bir barışı sağlayabildi?

Norveç mi yahut AB’nin ağır topları Birleşik Krallık, Fransa veya Almanya mı? Yoksa ‘Yol Haritası’nın mimarı The Quartet üyesi Rusya mı? Ya diğer Quartet üyeleri, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler; onlar ne yapabildiler?

Arap Birliği’nin liderleri Suudi Arabistan veya Mısır’ın da bu misyonda başarılı olmadığı açıktır. Suudiler, İsrail’i resmen tanımamalarına rağmen, bir aralar sıkça ‘Kral Abdullah Planı’ndan söz ediliyordu. Bu girişim de hayata geçirilemeden hüsranla sonuçlandı. İsrail’in Gazze Operasyonu başlayana kadar, İsrail-Suriye ve İsrail-Hamas arasında arabulucu olmayı denemiş Türkiye de, aynı şekilde barışı sağlayamadı.

O zaman aslen sorulması gereken şudur: Çıkmaz sokak gibi görünen bu barış sürecinde, hiçbir başarı elde edilemedi mi?

 OSLO SÜRECİNDE GERÇEK ARABULUCU KİMDİ?

Sadece Quartet’in dördüncü üyesi ABD ağırlığını koyduğunda, istenen barış oldu. 1967 ve 1973’de birbirleriyle kıyasıya savaşan Mısır ve İsrail, ardından ABD’nin arabuluculuğuyla imzaladıkları Camp David Anlaşması’yla kalıcı bir barış yapabildiler.

Denilebilir ki, “Norveç de Oslo sürecinde arabuluculuk yaptı ve Oslo süreci olmasaydı, Ürdün ile barış yapılamazdı.” Bu çıkarsama ilk bakışta doğru gözükse bile, ardından şunu düşünmek gerekir: O güne kadar “Teröristlerle masaya oturmam,” diyen İsrail’i FKÖ ile diplomatik bir çözüm aramaya ilk kim ikna etti? Bush ve ardından gelen Clinton yönetimleri. Yer Madrid, sene 1991, bu sürecin ilk adımını attırdılar. Amerikan delegeleri tüm görüşmelerde aktif rol aldılar ve sonunda 1993 Oslo ve 1994 Arabah Anlaşmaları imzalandı. Ürdün ile barış kalıcı oldu, Filistinliler ile ise olamadı.

Günümüzün ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip H. Gordon, on sene önce yazdığı bir makalesinde, Madrid-Oslo sürecinde toplam altı farklı ülkenin arabuluculuk yaptığını anlatırken, Norveç dâhil tüm Avrupa’nın oynadığı rolü, ‘sadece taraflara toplantı salonu hizmeti sağlamak,’ olarak niteliyor.

Avrupa Topluluğu, 1980 yılında, tarihinde ilk defa salt ekonomik bir birlik olmanın ötesine geçip, ortak bir dış politika koordinasyonuna girişmiş ve Venedik Deklarasyonu’nu yayımlamıştı:

İsrail’e karşı eleştirel bir tutum sergileyen bu bildirge, “A.E.T.’nin dokuz üyesi, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki geleneksel bağlar, ortak geçmiş ve çıkarları göz önüne alarak, kendilerinin Ortadoğu’da somut bir barış için izlenecek yolda ayrıcalıklı bir rol oynamaları gerektiğine inanmaktadırlar.” diyerek, Avrupa’nın, Ortadoğu sorununa müdahalesine âdeta bir raison d’être sunmuştu. Barışa doğru atılacak en önemli adımlar, Arapların terörü bırakması ve İsrail’in Kudüs’ün doğusundan ve diğer işgal ettiği topraklardan çekilmesi olarak sıralanıyordu. Oysa ne Araplar terörü bıraktı, ne de İsrail 1967’den beri kontrol ettiği topraklardan çekildi. İki taraf da Avrupa’yı yanlı olmakla suçladı. Sadece iki hafta sonra İsrail, Kudüs’ün doğusunu ‘bölünmez başkent’ ilan etti. Filistin terörü ise hız kesmeden Ortadoğu ve Avrupa’da can almaya devam etti.

Otuz sene sonra gelinen bugünkü noktada, Avrupa’nın altmış yıl öncesine kadar elinde tuttuğu arka bahçesinde süregelen ihtilafları çözmek adına, bütün çabalarına rağmen hiçbir somut adım atamadığını görüyoruz.

Geçenlerde, Türkiye’ye paralel olarak, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de İsrail ve Suriye arasında arabulucu olma arzusunu dile getirdi. Bu önerisinin sebepleri içinde Suriye ile Fransa arasındaki tarihi bağa değindi. Avrupa devletlerinin, Venedik’ten otuz sene sonra halen değişmeyen bu yaklaşımı, bana son yıllarda AKP’nin de sıkça kullandığı dili hatırlatıyor. İsrail ile Suriye/Hamas çatışmasında, Türkiye’nin aktif çözümcü olma çabalarını açıklamak maksadıyla Dışişleri Bakanı Davutoğlu da benzer bir söylemle, “Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. Yeni Osmanlı diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgedeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız.” demişti.

Avrupa ve Türkiye’nin Ortadoğu ile olan tarihi bağlarının Amerika’nınkinden çok daha eski olduğu şüphesiz. Ancak, barış sürecine dışarıdan yön verebilmiş tek ülkenin ABD olduğu da bir gerçek. Eski sömürge sahipliğinin (Fransa) ya da Osmanlı’nın mirasçısı olmanın (Türkiye), tüm dengelerin Realpolitik üzerine oturmuş olduğu Ortadoğu’da pek bir yaptırım gücü haline dönüşmediği aşikâr. Nitekim Camp David barış görüşmeleri sürerken “Ortadoğu’da, kartların yüzde 99’u Amerika’nın elindedir,” diyen devlet adamı, İsrail’e karşı Yom Kipur Savaşı’nı bizzat yönetmiş, ardından da, Amerika’nın baskısıyla, savaşla alamadığı toprakları barış yoluyla almış olan Enver Sedat değil miydi? Soğuk Savaş’ın bitmesinden ve Sovyetlerin süper güç olma özelliğini kaybetmesinden sonra, Sedat’ın tespiti daha da geçerli bir hal aldı.

HAVUÇLAR VE SOPALAR

Neden Amerika dışındaki ülkelerin Ortadoğu barışına katkıları, sadece bildirgelerden ve ekonomik yardımlardan öteye gidemiyor?

ABD’nin Ortadoğu’da barış (ve savaş) yapıcılığı, taraflara aynı anda hem baskı uygulayıp, hem de barış yapmaları durumunda kazanımlar sunabilmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşıma Amerikan diplomasisinde ‘carrots and sticks’ deniliyor. Yani taraflar ABD’nin istediğini uygularlarsa, onlara sevecekleri birer havuç uzatıp, ABD’yi dinlemezlerse sopa göstermek. Kısacası, ancak oyunun kurallarını barış lehine çevirebilme gücü olan ülkeler, başarılı bir arabulucu olabilirler. 1960’larda Sovyet şemsiyesi altında fakirleşmiş, İsrail tarafından altı yılda iki kez yenilgiye uğratılmış, Pan-Arap idealleri hayal kırıklığıyla sonuçlanmış olan Mısır, ancak Camp David sayesinde yeniden batıyla yakınlaşabildi, günümüzde halen devam etmekte olan Amerika dış yardımına hak kazandı ve İsrail ile geliştirdiği ilişkiler sayesinde, turizm ve enerji ticaretinden önemli gelirler elde eder hale geldi. Hepsinden önemlisi, o dönemlerde Süveyş’e kadar olan toprakları elinde tutan İsrail, ABD’nin de baskısıyla, Sina Yarımadası’nın tamamından çekilip, bu toprakları Mısır’a bıraktı.

Denklemin diğer yanına bakarsak, İsrail’in hiçbir ülkeyle, Amerika ile olduğu kadar derin bir organik bağı yok. Kurulduğu günden itibaren İsrail, ABD ile stratejik bir ortaklık geliştirdi. Her yıl yenilenen yaklaşık üç milyar dolar değerinde askeri ve sivil dış yardım, Birleşmiş Milletler’de devamlı saldırılara maruz kalan İsrail’in Amerika’nın veto hakkıyla korunması, iki ülke arasındaki askeri ve ticari ilişkiler ve bunların İsrail açısından hayati önemi, Amerika’nın İsrail’e karşı elinde tuttuğu havuç ve sopaları oluşturuyor.

Amerika ile ilişkileri çok daha yüzeysel olmasına rağmen, aslında Suriye de bu realiteden muaf değil. 1991’de Körfez Savaşı’nda tarafsız kalmasına karşılık, Lübnan’ın işgaline ABD’den açık kart alan Suriye, Hariri suikastının ardından, bu kez ABD’nin diplomatik baskıyı arttırması sonucu Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı.

Sonuç olarak, ne Başbakan Erdoğan’ın sert eleştirileri, ne BM’deki Goldstone Raporu, ne de İran ve İsrail’in karşılıklı tehditleri, Amerika’nın taraflara az da olsa bir baskı uygulayarak yaratabileceği barış zeminini sağlayamaz. Son altmış yıl boyunca Ortadoğu’daki savaş ve barış oyununun kurallarını Sovyetler Birliği değiştiremediyse, AB ve BM değiştiremediyse, Türkiye de tek başına değiştiremeyecektir.

Üstelik Avrupa ülkeleri 1980 Venedik Deklarasyonu ile İsrail’in gözünde tarafsızlıklarını nasıl yitirdilerse, Türkiye de son bir yılda art arda yaptığı İsrail karşıtı çıkışlar ve eylemlerle, İsrail’in gözünde tarafsızlığını önemli ölçüde yitirdi. Elinde ne tarafsızlık kozu, ne de güçlü “havuç ve sopaları” olan Türkiye, diğer örneklerde olduğu gibi, arabuluculukta akıntıya karşı kürek çekmek zorunda kalır.

Eğer Obama yönetimi Ortadoğu’ya barış getirme iddiasında samimiyse ve aynı anda İsrail, İran ve Araplar üzerindeki baskının dozunu arttırırsa, o zaman Türkiye ev sahipliğinde, hem Suriye ile hem de Filistinliler ile barış görüşmeleri yeniden başlatılabilir ve hatta başarıya da ulaşılabilir. Ancak bu durumda, arabulucu olan ülke ‘sadece bir toplantı salonu’ olmaktan öteye gidebilir mi ve bu sınırlı rol, Türkiye’yi tatmin eder mi, bu konu tartışılır. Norveç, Oslo surecindeki rolüyle, uluslararası camiada saygınlığını (sürecin başarısızlığına rağmen) nasıl yükseltmişse, Türkiye de benzer bir saygınlık kazanımı sağlayabilir. Bu olası saygınlık, Türkiye’nin dış politikasında süregelen onca öncelikli sorunundan alınıp buraya aktarılacak enerjiye değecek midir? Son kararı elbet diplomatlar verecek.

Bu süreç, Türkiye ile İsrail’in son zamanlarda hasar görmüş olan ilişkilerini tamir etmeye yarayabilir. Öte yandan, arabuluculuk serüveninin bir kez daha hüsranla sonuçlanması ve ilişkilerin büsbütün gerilmesi de – açıkladığım sebeplerden ötürü – sanılandan daha olası.

İgal ACIMAN