Kadıköy-Üsküdar ekseninde...

...bir Cumartesi gününe sığdırılabilen üç şölen - üstelik, iki kişiye 100 TL’nin az üstünde...

-
18 Kasım 2009 Çarşamba

Daha önce de bu köşeye getirmiştim – ve bir kez daha yazmak isterim – zira geçen Cumartesi gene aynısını yaptık – ve özellikle Rumeli yakasında oturan okurlarıma önermek istiyorum (Anadolu yakasında oturanlar zaten bilir...): Efendim, 15:15 Beşiktaş-Kadıköy vapuruna biniyorsunuz; 15:40’da karşı kıyıya vardığınızda ya bir taksiye atlayıp “Süreyya Operası’na!” diyorsunuz veya – yolu biliyorsanız – “presto ma non troppo” adımlarla renkli mi renkli Kadıköy Çarşısı’ndan geçerek 10 dakikada varırsınız kentimizin (bana kalırsa kişiliksiz AKM’den çok daha) şirin opera salonuna... Bakınız, önümüzdeki beş hafta boyunca, Cumartesileri saat 16’da neler var orada: 21/11 + 26/12’de “Şen Dul”; 5 + 19/12’de “La Traviata”ve 12/12’de “La Bohéme”. Tabii ki, önceden (fiyatları sadece 10 ile 30 TL arası değişen!) biletlerinizi temin etmeniz gerekir, ayrıntılarına www.sureyyaoperasi.org  veya www.idobale.com’dan bakarak...

 

PUCCİNİ VE FETTUCİNE

Bu emperyal hava soluyan güzel salonun kadife koltuklarına veya sizi çok gerilere götürebilecek localara konuşlanmak için, herhangi bir özel kıyafet de gerekli değil – geçen hafta gittiğimizde, lame ceketli bir döpiyes ve kravatlı takım elbise giyen yegâne çift, aralarında İngilize konuşuyoru...! Biliyorsunuzdur, Avrupa’da operaya (hatta küçük kentlerde tiyatroya bile) gidildiğinde, şık kıyafetler giyilir, ancak bu olgu bizde çoktandır yok artık... Bu satırları yazarken, sizlerle paylaşmak istediğim küçük bir anı geldi aklıma: Avusturya’da okurken beni ziyaret eden annemle bir akşam tiyatroya gittiğimizde, foyer’de selam veren, ancak tanıyamadığım şık bir beyefendiye rastladık. Oyunun ilk yarısı boyunca “acaba kimdir bu – hocalarımdam biri galiba – ama kim??” sorusu sürekli olarak aklımı kurcalıyor ve oyunu hakkıyla izlememe engel oluyordu – taa ki, jeton düştü: “Laciler” içinde karşıma çıkmış olan bu adam, sürekli olarak yeşil tulumu ile dolaşan, kaldığım talebe yurdunun temizlik görevlilerinden biriydi..!!

“nitelik...” köşemde haberini vermiştim, İDOB bu yılın ilk yeni yapımı olarak Puccini’nin başyapıtlarından “La Bohéme” ile başlıyor... İşte geçtiğimiz Cumartesi, romantik olduğu kadar, Paris’in neşeli Quartier Latin havasını da sunan bu operayı izledik. Ne diyeyim size – son derece zengin dekorlarından tutun, zevkli kıyafetlerden zengin koroya – özellikle çocuk korosuna kadar –  ve tabii başroldeki sesler, bana kalırsa Avrupa’daki nice opera yorumlarını aratmıyordu... İDOB uygulamasının artık Türkçe çevirilerden vazgeçip, dolayısıyla bu tür müziğe uymayan prozodiden sıyrılarak, tüm şarkıları özgün dilinde söyletmesi, opera zevkinin ülkemize geri gelmesine kesinlikle çok büyük bir katkıda bulunmuştur... Benim gibi bu konuya yabancı biri olarak, en başta Mimi/Soprano Gülbin Kunduz ve Rodolfo/Tenor Cenk Bıyık ile Colline/Bas Göktuğ Alpaşar’ı çok beğendiğimi söylemem gerek – ve gelen alkışlardan, “yalnız” kalmadığımı gördüm!

Gerek bu yeni yapımı, gerekse çok daha “hafif” (yani, operadan hiç kimse korkmasın!) “La Traviata”yı veya, belki “yeni başlayanlar” için, “Şen Dul” operetini kesinlikle izleyin – çocuklarınıza/torunlarınıza izletin, evrensel kültürün bu kilometre taşlarından uzak tutmayın...

Tabii ki, “ruhun” bu gıdasından sonra, “gerçek” olanına da gereksinim duyduk, iki buçuk saatten sonra – ve 20:30’da tiyatroya yetişmeden... Kadıköy çarşısı ile özdeşleşmiş, Güneydoğu mutfağı ve kebaplarının en iyi örneklerini sunan “Çiya”ya gitmeyi yeğlemiyorsanız, sizi –daha önce “nitelik...”de değindiğim, ancak gene de hiç çekinmeden reklamını yapacağım– Moda Cad. Sarrafali Sok. No.7’deki “Fauna”ya yönlendirmek isterim: Sadece beş masalı bu küçük mekânda, Ankara SBF mezunu İbrahim Tuna, zeytinyağlılar hariç listedeki tüm yemekleri, siparişi alır almaz önünüzde pişiriyor! Tüm malzemeleri özel yerlerden getirtilen, yediğimiz cevizli/parmesanlı roka salatası, beş peynirli ravioli ve fesleğenli, domatesli fettucine’lerin, İstanbul’un en şık/sosyetik/pahalı restoranlarından çok daha lezzetli olduğuna inanmanızı isterim – fiyatları da oldukça makul...

 

“İNSANIN CEHENNEMİ, İNSANIN KENDİSİDİR...”

Espresso’ların ardından bu kez “molto presto” biçimde bir taksiye atlayıp, Üsküdar Musahipzade Tiyatrosu’na yetiştik. Şehir Tiyatroları bizleri gene “koşturacağa” benzer – geçtiğimiz sezon yirmiye varan tüm oyunlarını yakalayamadım; bakalım bu yıl nasıl olacak! Jean-Paul Sarte’nın günümüzde artık pek çok oynanmayan, ancak 1944 yılındaki ilkgösteriminin ardından Varoluşçuluk akımının bir çeşit “anahtar oyunu” olarak anılmaya başlanmış “Huis-clos”un, “Gizli Oturum” adı altında dilimize çevrilip Türk tiyatroseverlerine sunulması, bence çok büyük bir kazanç.

Konu, ilkgençliğimde büyük bir beğeni ile okumuş olduğum, Sartre’in “Les Jeux sont fait” senaryosunda olduğu gibi, üç kişinin ölümlerinden sonra karşılaşmasının etrafında oluşuyor. Duvarlarında ayna bulunmayan, penceresiz ve kapısı kilitli, gizemli bir odaya getiriliyorlar art arda ve tek tek, barış yanlısı gazeteci Garcin (Emre Narcı), eşcinsel Ines (Ece Okay) ve erkek delisi Estelle (Özge Özder) – ve çok geçmeden, cezalarını çekecekleri cehennemde bulunduklarını anlıyorlar... Ne var ki, bu cehennemde ateş yok, işkence de yok, şeytan bile yok..! Salt kendileri var, birbirlerini sorguya çekmek üzere – ve bu süreçte Garcin’in aslında bir asker kaçağı olduğu ve bunun için kurşuna dizildiği ortaya çıkıyor; Ines ise sevgilisinin kocasını ölüme yönlendirmiş ve ardından canına kıymış; Estelle’in de kocasını aldatmış ve sevgilisinden olma çocuğunu öldürmüş, ardından zatürre’den öldüğü anlaşılıyor... Odada ayna olmadığından bu üç kişi, kendi benliklerini ancak diğerlerinin tepkilerinden ölçebiliyor – ve burada da başarısızlığa uğruyorlar: Garcin, bir barış kahramanı olarak karşımıza çıkmıştı – şimdi ise korkağın teki olduğu anlaşılıyor; Ines, saldırganlığı nedeniyle diğer iki kişiye hiç ama hiç yaranamıyor; Estelle ise güzelliğinin kanıtını Ines’in hayranlığında ve Garcin’in aşkında bulmak isterken, her ikisi tarafınca reddediliyor... Ve böylece, “cellatsız bir cehennemde cellat, ‘self service’dedir” – insanın cehennemi, insanın kendisidir...

Ergün Işıldar’ın hiç abartıya kaçmayan, düzeyli yönetimindeki bu oldukça zor, felsefi iletiler ve mesellerle bezenmiş oyunu, nefesimizi tutarak izledik, bir buçuk saat boyunca... Oyuncuların sözel ağırlıklı performansları eminim ki, sezon ilerledikçe daha da olgunlaşacak ve “Gizli Oturum” bu yılın başarılı oyunları arasında yerini bulacaktır...

Bir opera “matinesi”ni, kentimizin aynı yakasında tiyatro “suaresi” ile taçlandırmak isterseniz, Kadıköy ve Üsküdar’daki İBBŞT’nın üç sahnesindeki seçenekler için www.ibst.gov.tr sitesini ziyaret ediniz – eminim ki, her zevke göre bir şey bulacaksınız..!