Farklı pencerelerden bakınca...

Alp ALKAŞ Spor
11 Kasım 2009 Çarşamba

Bundan yaklaşık 6-7 ay önce Londra’ya taşındığımdan beri hem sporu farklı şekillerde hem de farklı sporları takip etme fırsatı bulduğumu düşünüyorum. Bu durum spora genel yaklaşımımı çok değiştirmese de bu süreçte okuduğum farklı sporcu biyografileri ve yabancı köşe yazarlarının yazdıkları kitapları ile bazı konulardaki görüşlerimin değiştiğini fark ediyorum.

Öncelikle şunu belirtmek isterim. Türkiye’de klişeler üzerinden kendi liglerimizi, kendi basınımızı ve spor dünyamızı eleştirmek oldukça kolay bir yoldan prim yapmak olduğundan bu yolu seçen pek çok insan bulunuyor. Özellikle “dünyada başka nerede (…) oluyor?” klişesini ne kadar çok kullandığımızı fark ettim. Bazı gazetelerde sürekli harf ve kelime oyunlarıyla manşet atılması ile dalga geçmek bu klişenin başlıcasını teşkil eder. Skibbe görevi bıraktığında, Galatasaray Borussia Dortmund’u yendiğinde atılan başlıklar sürekli gündeme gelir. İnanın İngiltere’de sadece bunun üzerine bir literatür var. Verdiğim örnekler kadar ucuz değiller belki ama yine de bunun çok yaygın bir uygulama olduğunu belirtmem gerekir.

Buna karşın basın ve sporu yöneten kesimler sporun bir oyun ve endüstriyel bir eğlence olduğu konusunda hemfikirler. Tabi ki istisnalar da mevcut ama çoğunluk bu istisnaları ayıplayacak kadar spor ruhuna sahip çıkıyor. Seyirciler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Daha doğrusu milyonlar için böyle bir genelleme yapmak mümkün değil. Genel ruh hali bu olunca, taraflı oldukları bilinen kişiler bile ekran ve gazetelerde objektif ve saygılı yorumlar yapmayı sürdürebiliyorlar. Son günlerde gündemde yer alan bir spor müdürünün söylemleri konu çarpıtılarak örtbas edilemiyor. İnsanlık hali kameranın olduğu bir yerde böyle bir hata yapan kişi, hatasını kabul edip görevinden ayrılmayı da biliyor. Ya da bir kulübün başarılı dönemlerinde görev olan bir eski futbolcu, adının özdeşleştiği kulübün bu sezonki hedefleri için “hayal görmesinler” gibi egosundan arınmamış bir yorum yapmıyor. Tony Adams televizyona çıktığı zaman onu alkol bağımlılığından kurtaran eski hocası Arsen Wenger’i eleştirebiliyor ama bunu seviyeli ve saygılı bir şekilde yapmayı da biliyor.

Dikkatimi çeken bir diğer noktayı da eski bir kriket oyuncusu olan Ed Smith’in “What Sport Tells us About Life” (Spor bize hayat hakkında ne anlatır?) isimli kitabını okurken fark ettim. Yazar, kitabın spor ve tarih algısı üzerine yazılmış olan bölümünde başarısızlığın nedenleri kadar başarının nedenleri üzerinde durmanın önemi üzerinde duruyor. Basketbol Milli Takımı Polonya’da niye başarısız oldu diye sorsam sadece çevrede okuduklarımızla takım içi uyumsuzluklar, koç, oyuncu egoları, kritik anları oynayamama, rotasyon bozuklukları gibi maddeler altında sayfalar yazılabilecek iken neden ilk beş oldukça başarılıydık ve değişen ne idi sorularının cevapları için aynı şeyi söylemek maalesef ki mümkün değil. Aynı şeyi, Galatasaray’ın geçen sene UEFA’yı kazanması, futbolda Avrupa Şampiyonası üçüncülüğü gibi konularda da sorabiliriz.

Bu başarılara tesadüf, son dakika golleri, şans demek büyük bir ihmalkârlık olur diye düşünüyorum. Oysa hatalar kadar doğrulardan da öğrenilecek pek çok şey olabilir diye düşünüyorum. Maalesef bunu yapabilmek ciddi bir analiz gerektirdiğinden, bu başarıları da küçümseyerek son başarısızlıkları eleştirmek her zaman daha kolay oluyor. İnanın kimse geçen sene Liverpool son on yılda ilk defa Premier League şampiyonluğunu son haftalara kadar takip ederken attığı son dakika gollerine şans demiyor. İşin kötüsü uzaktan bakıp biz değerlendirdiğimizde bile öyle demiyoruz ama kendi takımımız, kendi oyuncumuz olunca bunu yapmak kolay. Zaten her hafta Türkiye liginde 3-4 maç seyrediyoruz, bir de Avrupa liglerini seyretmeye ve analiz etmeye zaman ayıracak insan oldukça az. Ama olsun “biliyormuş gibi” yapabiliriz diye düşünülüyor genelde…

Bu “biliyormuş gibi yapma” ve “belki yediririz” yaklaşımı son zamanlarda beni oldukça rahatsız ediyor. Amatörce fikirlerimizi dile getirdiğimiz yazıları yazarken bizim yaptığımız araştırmayı, mesleği habercilik olan kişilerin zaman zaman yapmakta imtina etmesini kabul edemiyorum. Bir iki örnekle ne demeye çalıştığımı anlatayım. Bundan yaklaşık birkaç ay önce Hidayet’in o günlerde transfer olduğu Toronto Raptors takımındaki Avrupalı oyunculardan bahsedilen bir haberi okuyordum. Aslen Amerikalı olup senelerce Maccabi Tel Aviv’de oynadığı ve pek çoğumuz kendisini oradaki inanılmaz performansıyla tanıdığımız için Anthony Parker’ı İsrailli olarak belirtmekte bir problem görülmemiş. Bu hafta sonu oynanan Efes Pilsen – Fenerbahçe Ülker maçı ile ilgili iki farklı gazetenin internet sitelerinde çıkan haberlerde ana resimlerin hiçbirinin o maçtan olmaması da oldukça ilginç. Bir resimde takımla resmen ilişiği kesilen Willie Solomon, diğer resimde bu sene Panellinios’ta oynayan Devin Smith’in resmi var. İnsan ‘ligin en önemli maçlarından birinin resmini çeken kimse mi yoktu’ demeden geçemiyor.

Tecrübelerimi karşılaştırarak değerlendirdiğim zaman bence aradaki en temel fark olgunlaşma süreci ve eğitim diyebilirim. Pek çok sporun endüstriyelleşmesi ve profesyonelleşmesi batıdan doğuya doğru ilerleyen bir süreç olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, zaman içerisinde daha iyi yerlere gelineceğine inanıyorum.