FİLMEKİMİ hedef büyüttü

Sonbaharın mini film festivali FİLMEKİMİ 8. yaşında hedef büyüterek gösterim günlerini bir haftadan 10 güne çıkardı. İKSV tarafından düzenlenen sinema şöleninde, seyircinin yoğun ilgisi üzerine, Beyoğlu Emek Sineması’nın yanı sıra, sinefiller Maçka G-Mall sinemasında 24 film izleyebilecekler. İyi seyirler

Viktor APALAÇİ
21 Ekim 2009 Çarşamba

Sekizinci yaşını kutlayan, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen, sonbaharın mini film festivali FİLMEKİMİ, 17-25 Ekim tarihleri arasında sinemaseverlere 24 filmlik bir şölen sunacak.

Hedef büyüten festival, gösterim günlerini bir haftadan 10 güne çıkararak, Beyoğlu Emek Sineması’nın dışında Maçka G-Mall Sineması’nı kullanarak hedef kitlesini artıracak. Bu yazımızda Filmekimi programından titiz bir seçki yaparak, iyilerini övecek, keyfinizi kaçırmamak için kötülerini görmezden geleceğiz. İyi seyirler.

“CEVAPLAR DEĞİL,SORULAR ÖNEMLİDİR”

FilmEkimi’nin en çok merak edilen filmi, Michael Haneke’nin “Beyaz Bant / Das Weisse”ıydı.

1. Dünya Savaşı eşiğindeki Kuzey Almanya’nın bir Protestan köyünde geçen konusuyla filmde, huzursuz edici, zorlayıcı, ürpertici temaların uzlaşmaz yönetmeni Michael Haneke, gizemli bir öykü anlatıyor.

1913-14 yıllarında bir köy öğretmeninin eğittiği bir çocuk korosu, aileleri, asil sınıftan bir baron, bir doktor, doğru yolu gösteren bir protestan rahip, hizmetkârlar ve garip köylülerden oluşan Bergmanvari bir köy portresi izliyoruz.

Tuhaf kazalar sonucu bir tür ceza ayinine dönüşen gelişmeler, garip olayların cezalandırma amacıyla işlendikleri gösteriyor. Peki tüm bu olanların ardında kim vardır? Cezalandırma hakkını kendinde görenler kimlerdir? Bütün bu soruların ardında gizlenen gerçeğe, Haneke bir tül perdesi arkasından, ketumiyette yaklaşıyor.

Yönetmen filmi için ilk düşündüğü isim “Allah’ın Eli” idi. Zira filmdeki çocuklar kendilerini Allah’ın eli yerine koyuyorlar. Bu siyah beyaz, ağır atmosferli, içi karartıcı filmde, Haneke nüfuz edilmesi zor, kapalı ve soğuk bir sinema dili yeğliyor. İpucu vermede pek cimri davranıyor. Bu özelliği 2,5 saatlik filmin izlenmesini zorlaştırıyor.

Her zamanki kadar iddialı ve hırslı tutumuyla Haneke sosyal ve moral dersler vermede ısrarlı. Sinemasına hakim olan öğeler, şiddet, aile, eğitim, faşizmin kökenleri, Nazizm öncesi Almanya’sının metafor yüklü sembolleri.

GÖRKEMLİ DÖNEM FİLMİ

1922’deki unutulmaz başarısı “Piyano” ile Cannes’da Altın Palmiye Ödülüne ulaşan tek kadın yönetmen ünvanını sürüren Yeni Zelandalı Jane Campion, bu yıl aynı festivalde yarışan “Parlak Yıldız / Bright Star” ile altı  yıl aradan sonra sinemaya dönüş yapıyor.

19. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden John Keats’in, 25 yıllık ömrünün son üç yılını anlatan film, şairin güzel komşusu Fanny Brawne’la imkansız aşkıma odaklanıyor.

Jane Campion’un duyguları ifade etmedeki ustalığını öne çıkaran bu başarılı dönem filmi, İngiliz edebiyatında kıymeti ölümünden sonra anlaşılan şair Keats’in, güzel öğrenci Brawne ile yaşadığı tutku dolu aşkı, hasta kardeşine bakan şairin parasızlıkla boğuşmasını anlatıyor. 23 yaşındaki zayıf bünyeli şair ile Brawne’in duygusal boyutta kalan romantik aşkı, Keats’in 25 yaşındaki zamansız ölümüne kadar devam eder.

Film, ismini şairin sevgilisi için yazdığı şiirden alıyor. Bu klasik ve platonik aşk öyküsünü Campion, kalplere hitap eden sinema diliyle anlatırken, son yılların en güzel aşk öyküsünü Campion, kalplere hitap edn sinema diliyle anlatırken, son yılların en güzel aşk filmlerinden birine imzasını atıyor. Mahalli zengin ustalıkla yansıtıldığı filmde Abbie Cornish görkemli kompozisyonuyla, Tom Tywker’in “Koku” filminden tanıdığımız Ben Whishaw’ı gölgede bırakıyor.

CANNES’DAN ÖDÜLLÜ İLK VAMPİR FİLMİ

Hollywood’un yapımcılığını üstlendiği ilk Kore filmi “Kan Arzusu / Thirst”nun bu yıl Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne ortak edilmesiyle, festival tarihinde ilk kez bir vampir filmi kürsüye çıkmış oluyordu.

Emile Zola’nın trajik romanı “Therese Raquin”den esinlenerek yazdığı senaryoda, Güney Koreli gerilim ustası Park Chan-wook, bu kez doğaüstü öğeler içeren korku türünde bir denemeye girişiyor.

Kendini başkalarına yardım etmeye adamış bir rahibin gönüllü deneklik yaptığı bir araştırma sırasında virus kapması, kendisine yapılan kan nakli sonrası vampirleşmesi, filmde mide bulandıran bir tonda anlatılıyor.

Ben hayatımda böylesine bir kan banyosu filmi izlemedim. Karşı konulmaz bir cinsel dürtüyle hasta arkadaşının karısıyla yatan, onu da vampirleştiren, kana susamış rahibin şehvani zevklerle yoğrulmuş günah dolu yaşam öyküsüne tahammül etmek zordu.

Hele bitiminde filmi alkışlayanları görünce, “vampirlerin müşterisi hiç bitmez” diye düşündüm. Nitekim Güney kore’de gişe geliri sıralamasında bir numaraya ulaşan filmin daha şimdiden bir milyon kişi tarafından izlendiğini öğreniyoruz.

FUTBOL ORTAK AŞKIMIZ

Tarih dersi niteliğindeki filmi “Özgürlük Rüzgârı” ile üç yıl önce Cannes’da Altın Palmiye kazanan ünlü İngliz yönetmen Ken Loach, bu yıl aynı festivalde ülkesini “Hayata Çalım At / Looking For Eric” ile temsil etti.

Orijinal başlıktaki Eric, Manchester United’in hırçınlığı ile ünlü, Korsika asıllı efsanevi futbolcusu Eric Cantona’yı hayallerinde gören Manchester’li bir postacının hikâyesini anlatan filmde Eric Cantona kendisini oynuyor.

Her ne kadar futbol bir pastacıya anlatsa da, bu film pekala bir Ken Loach filmi. Daha önceki filmlerinde futbol sahneleri kullanan ve gerçek bir futbol hastası olan yönetmen Loach, komedi ve dram öğeleri taşıyan içeren bu filmini, proje sahibi Eric Cantona’ya bazı şartlar ileri sürerek hayata geçirdi:

Senaryoyu demirbaş senaristi Paul Laverty yazacaktı. Ünlü bir insan hakları savunucusu avukatı olan Paul Laverty, senaryo yazarı olarak Ken Loach ile yaptığı işbirliğinin ilk meyvesini Cannes’da, 2002’de “Sweet Sixteen” filmindeki En iyi Senaryo ödülüyle almıştı. “Carla’nın Şarkısı” ve Altın Palmiye’li “Özgürlük Rüzgarı”nda da Laverty’nin katkısı vardı.

Evindeki Cantona posteriyle konuşan, hayallerini paylaşan postacı Eric, karısı onu terk ettikten sonra haşarı üvey oğullarıyla başa çıkamayan, panik atak krizleri geçiren, üstüne üstlük otuz yıldır sevdiği kadına bile açılamayan çaresiz bir adamdır.

İşte böyle anlarda, sarıldığı özel bir arkadaşı vardır: Her akşam ona görünen ve trompet çalan futbol dehası, filozof Eric Cantona…

Postacı Eric, futbol delisi, amigo meslektaşlarının desteği ile her türlü güçlüğü yenip düzlüğe çıkaracaktır.

Ken Loach, eşsiz hümanizmi ile dayanışmanın önemini vurgulayacak, “Birlikten kuvvet doğar” prensibini doğrulayacaktır. Vizyona girdiğinde, “Hayata Çalım At” sadece futbolseverlere değil, toplumsal sorunları işleyen filmlerden de zevk alan izleyicilere hitap edecek.