53. Venedik Bienali’nin teması: “FARE MONDİ”- DÜNYALAR KURMAK

Venedik Bienali, 7 Haziran - 22 Kasım tarihleri arasında, görsel sanatlardaki bildik önemli ustaların ve bu arenaya yeni adımını atmış genç sanatçıların yapıtlarını, izleyicisiyle bir kez daha  buluşturuyor

14 Ekim 2009 Çarşamba

Bir bienali gezmek, her zaman insana heyecan verir çünkü kanıksanmış olgulardan uzaklaşmış yapıtlar, sizi bambaşka, hayal bile edemediğiniz yerlere götürür. Hele Venedik Bienali gibi dünyanın belli başlı en eski ve en görkemli sanat sunumundan bahsediyorsak eğer, bu beklentilerimiz boşa gitmeyecek demektir.

Bienal her zamanki yerinde, Giardini ve Arsenale’de yer alırken, bazı ülkelerin pavyonları yine bu muhteşem şehrin, sırf bu vesile için açılan görkemli ‘palazzo’larına yayılmış durumda. Aslında bu omuz omuza vermiş 15. ve 18.yy. saraylarını başka dönemlerde ziyaret etmek oldukça zordur. Hem dış mimarisi, hem Barok’un ihtişamı ve Rokoko’nun zarafetiyle bezenen iç dekorasyonuyla, Venedikli mimarların başyapıtları sayılan, bu başları güneşe bakan, ayakları suda yüzen muhteşem saraylar, bazen günümüz yapıtlarından daha fazla ilgi görmektedirler.

İsveç doğumlu Daniel Birnbaum başkanlığında hazırlanan bu yılki Bienal’e 77 ülkeden 90 sanatçı katıldı. Sergilerde duvar resimlerinin yanında, video sanatı ve oldukça çarpıcı enstalasyonlar göze çarpıyordu. Fransa pavyonunda, Claude Leveque’ın Fransız Devrimi’ne gönderme yaptığı “Le Grand Soir” adlı bütün mekânı dolduran ilginç yerleştirmesi izleyiciyi bir anda çarpıyor.

Mısır pavyonunda yer alan anıtsal heykeller de beni çok etkilediler. İki ayrı neslin sanatçıları olan 1952 doğumlu Adel El Siwi ve 1979 doğumlu Ahmed Askalany’nin öz kültür ve yaratıcılığın bir diyalogunu sergiliyorlar eserlerinde.

Bu yıl Vivaldi’nin kilisesi diye bilinen La Pieta Kilisesi’nde konser dinleyemedim çünkü mekân Marocco pavyonuna tahsis edilmiş. O çok modern eserlerin böyle bir yerde sergilenmesi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı.

Buna karşılık San Giorgio Maggiore Manastırı’nda, Bienal kapsamında yer alan İngiliz sanatçı Peter Greenaway’in muhteşem performansı, mekâna müthiş bir uyum sağlamıştı. Venedik Film Festivali’ne The Marriage filmiyle katılan Greenaway, bu performansında Veronese’nin “Le Nozze di Cana” (The Wedding at Cana) adlı tablosunu büyük bir duvara yansıtarak, tabloda yer alan 126 davetliyi aralarında konuşturdu. Işık, gölge, değişik film teknikleri ve harika bir müziğin eşliğinde gerçekleşen müthiş bir gösteriydi. Veronese’in bu tablosu Napoleon tarafından çalınmış ve şimdi Louvre Müzesi’nde sergileniyor. Sanatçı, benzer bir çalışmayı başka ünlü tablolarda da gerçekleştirmiş. Bunların arasında Rembrandt, Leonardo Da Vinci ve Picasso’nun tabloları da var. Bienal’de beni etkileyen gösterilerin başında geliyor. Bir sanat tarihçisi olan ev sahibim Daniella’nın tavsiyesiyle son gününe yetişebildim ancak.

İtalya bu yıl Arsenale’deki pavyonunda 20.yüzyılın ilk avangard akımı olan fütürizme bir saygı niteliğindeydi. Bu akımın öncüsü olan, ressam ve heykeltıraş Umberto Boccioni şöyle diyor: “Bir zaman gelecek, resim sanatı kâfi gelmeyecek. Sanat bir evrimden geçip duyarlılık ve cüret kazanacak”. Bu sergide video, fotoğraf, karışık medyayı kullanan Silvio Wolf, Nicola Bolla, Nicola Verlato, Marco Lodole gibi önemli sanatçılar yer alıyordu.

Giardini’deki pavyonunda İsrail, 2007 de ölen Raffi Lavie’nin eserlerine yer verdi. Lavie, son 40 yılın İsrail sanat çevresinde, gerek sanatçı, gerek küratör, eğitimci, eleştirmen kimlikleriyle en önemli isimlerden biri olarak biliniyor.

Pavyonun kapısındaki – 28 Eylül Kipur günü kapalıyız- yazısı dikkatimi çekti.

Türkiye’yi bu yıl Hollanda’da yaşayan Ahmet Öğüt ve Banu Cennetoğlu temsil ediyor. Sergide Ahmet Öğüt’ün inşa ettiği “Patlamış Şehirler” ( Exploded Cities) adlı eseriyle, Banu Cennetoğlu’nun kitapları yer alıyor. Öğüt düzenlemesinde, Madımak Oteli, Susurluk Kamyonu, HSBC binası gibi Türkiye’nin son dönem siyasetine konu olmuş figürlerine de yer vermiş.

Giardini’deki Venedik pavyonunda değişik ülkelerin sanatçılarının yaptıkları Murano camından heykeller yer alıyordu. Güzel renkli bir görüntü sergiliyorlardı. Venedik festivallerinin sonu gelmez. 2 – 12 Haziran tarihleri arasında yer alan Venedik Film Festivali’nin ancak son gecesine yetiştim. Lido’da kırmızı halının üstünde, erken ayrıldıkları için George Clooney ve Nicolas Cage’i göremedim ama Fatih Akın’ı gördüm. Özel Jüri Ödülü’ne layık görülen Soul Kitchen filmi, Daniella’nın dediğine göre çok eğlenceli ve komikmiş. Fatih Akın da verdiği demeçte bunu vurguluyor: “Başka şeyler denemek istedim. Kendimi tekrar etmek istemiyorum”.

Festivalin son seansına girdim. Karşıma Altın Aslan Ödülü’nü alan İsrail filmi “Lübnan” çıktı. Enteresan ve çarpıcı bir film ama kanlı sahneleri çok olduğundan, zaman zaman gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Film Festivali’nin ardından Lido’da at yarışları başlayacaktı. Yine üç gün boyunca bütün daracık sokaklar ve vaporettolar dolup taşacaktı. Venedikliler evlerine zor varmışlardır.

Venedik şehrinin kültür ve sanat alanında sundukları, beklentilerimizin hep çok üstünde olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Ester ALMELEK