Halikarnas’da Şabat serbestisi...

Bodrum hakkında bilinen/bilinmeyen çeşitlemeler ve yol üstünde (nur içinde yatsın, Jak Deleon’un deyimiyle:) “keyifli konaklamalar”...

-
17 Haziran 2009 Çarşamba

Yaz aylarında bu köşede artık “gelenekselleşmiş” bir Burgaz yazısı yer alırken, arada bir bu diziye Bodrum’dan da bazı çeşitlemeler katılıyor – ve bu yıl da adaya “çıkmadan”, okul tatili öncesi en güzel dönemini yaşayan bu beldeden seslenmek istedim sizlere...

Bodrum’a giderken her daim Balıkçı’nın bir kitabını yanıma alırım (örneğin, 24 Temmuz 2004’deki “BodruMetropol” başlıklı yazımda “Mavi Sürgün”den bazı bölümlere değinmiştim) – bu yıl ise Bafa Gölü’nün yanından geçerken, direksiyon başındaki Elio kardeşim ile (beni artık sabırla mı, “katlanarak” mı dinleyen?!) eşlerimize, “Merhaba Anadolu”dan şu tümceleri okudum: “Büyük İskender’in Halikarnasos’a yürüdüğü yol, hemen hemen şimdiki devlet karayolunu izler. İskender Milet ile Didim’i aldıktan sonra Milas’a yürümüştür... Milas’tan sonra yol biraz daralır ve dönüşler çoğalır. Bu yol, Herodot’un gençliğinde izlediği ticaret yoludur. Birçok meralar, çam ormanları geçilerek firuze gibi limanıyla Bodrum’a varılır...”

Bugün ise “firuze gibi limanıyla” Bodrum’a varmadan, bir “beton denizi”nden geçiyorsunuz – ne var ki, binyıllar geçmiş olmakla birlikte, oraya kadar olan yolun çizdiği kavislerde pek bir şey değişmemiş...

 “TARİHİN TAHTARAVELLİSİ”NDE...

Bu satırlarda adı geçen Herodot, binyıllar boyunca (bu kez, insanoğlunda) değişmeyen başka bir özelliği aklıma getirdi: Tüm dünya tarihinin temelini oluşturan hırsı – Akhalılar ile Troyalılar, İngilizler ile Fransızlar, Ruslar ile Amerikalılar arasındakini... veya, adını ölümsüzleştirmek için kendisine dev bir mezar-anıt inşa ettirmiş, M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Karya kralı Mausolos’un hırsını..!

Bilindiği gibi, dünyanın yedi harikalarından biri olarak tarihe geçmiş olan bu “mozole” (ki, o günden bu güne, tüm görkemli anıt mezarlar bu isimleriyle kral Mausolos’u anıyor!) ne yazıktır ki, artık yok ortalarda... Gene Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarında ve birçok kaynakta okuduğumuz kadarıyla, kralın kendisi ve ölümünün ardından eşi (tarihin bize anlattığı kadarıyla, aynı zamanda kızkardeşi olan!!) II.Artemisia’nın emriyle o dönemin en ünlü mimar ve yontu sanatçılarına inşa ettirilmiş bu beş katlı dev yapıt, tarihin en büyük emperyalistlerinden olan Büyük İskender tarafınca bile korunmuşken, 15. yüzyılda Rodos’dan gelmiş St.Jean Şövalyeleri’nce yıktırılmıştı. Neden mi? Bugünkü Bodrum’un merkezinde yer alan ve İbrahim Tatlıses’in, Jethro Tull’ın bile konser verdikleri kaleyi inşa etmek için!

Şurası gerçektir ki, ve bunu hem Balıkçı hem Avusturyalı gezgin Humbert Fink (“Anatolische Elegie”, 1977) yazıyor – gerek Mausolos’un mozolesi, gerekse Bodrum Kalesi, günümüz sanat anlayışı açısından değersiz yapıtlardır... Döneminde hakkında yazılmış olanlardan hareketle yapılan çizimlere bakılırsa, Mausoleum aslında bir “kitsch” örneği olsa gerek; kalenin ise “ne sanat, ne de tarih bakımından hiç bir değeri yoktur. Sen Jan şövayeleri çeşitli milletlere mensup olduklarından, her millet de ayrı bir kulede oturduğu için, orası ancak Ortaçağ Avrupası’nın çeşitli kule mimarisinin bir müzesi olabilir.” (“Mavi Sürgün”, 1971; s.152)

Öte yandan, kendi tanımımla “tarihin tahtaravellisi”ne bakacak olursak, (aslında eline çok kan bulamış despot bir kral olan) Mausolos’un, kalenin mimarı Heinrich Schlegelholt’dan çok daha “değerli” bir kişi olduğunu söyleyebiliriz... Zira kendisi (salt tarihe geçmek için dünyanın yedi harikalarının bir diğeri olan Efes’deki Artemis tapınağını yakmış olan Herostratos’un tersine!) dev bir anıt yaratmasını bilmiştir – şövalyelerin mimarı Schlegelholt ise, kale duvarları için gereken taşları sağlamak uğruna Halikarnassos Mausoleumu’nudan “yararlandıklarını”(!) yazıyor, anılarında: “Alaşağı ettik, kırdık, parçaladık...”

 “EVGENİA”, MANUELA & JOCHEN

Bu arada, onca “gevezelik” yapmışken, bu tarihi kent hakkında iki konuya daha değinmeden edemiyorum, değerli “nitelik...”severler. İlki, şövalyelerin bu kaleyi Havari Aziz Petrus’a adadıkları için kentin adını da “Petronium”a çevirdiklerini ve “Bodrum” adının oradan kaynaklandığıdır... İkincisi ise, Yahudi toplumu için çok daha ilginç olsa gerek: Roma İmparatorluğu boyunduruğu sırasında Halicarnassos’da yayımlanmış bir genelgede, kentte oturan Yahudilerin Şabat yasa(k)larına serbestçe uyabileceklerini, sinagoglarını istedikleri yerde inşa edebileceklerini – dahası, bu eylemlerine karşı çıkacak olanların cezalandırılacağı belirtilmektedir..! (Eric S.Gruen: “Diaspora - Jews Amidst Greeks and Romans”, 2004; s.91 – veya: www.livius.org/di-dn/diaspora/diaspora.htm#decree).

“Pekiii, Bodrum’da neler yediniz, neler içtiniz..?” diye soracak olursanız – tüm yediklerimizi bazı nedenlerle burada anlatamam, ancak günlerin bu mevsimde çok uzun olmalarından dolayı kadehleri günbatımından önce de kaldırmaya başladığımızı itiraf edebilirim... Ne var ki, aramızda artık bir “Yalıkavak klasiği” olmuş Geriş köyündeki “Evgenia”nın o muhteşem terasında güneşi batırmaya gittiğimizde, alışık olduğumuz Ege mezelerinin yerini “acılı veya acısız” kebap çeşitleri ile “tırnak pidesi”nin aldığını görmek, bizde deriiin bir hüzün yarattı – ve bu, şaka değildir maalesef... (“Evgenia”nın eski halini merak edenler için: www.salom.com.tr/news/detail/9437-Adaya-cik-Bodruma-in.aspx)

...ancaaak, bu yazımızı olumsuz bir şekilde noktalamamak için, size son olarak iki güzel öneride bulunmak isterim, sevgili “nitelik...” tutkunları... Eğer Bodrum’a (veya güney kıyılarımızda başkaca bir yerlere) araba ile gidiyor ve bu yolculuğu bir güne sığdırmak istemiyorsanız, gidiş ve dönüşte konaklayabileceğiniz iki alçak gönüllü yerden kısaca söz edeyim: Kuşadası’nı geçtikten sonra, Kirazlıköy yoluna saptığınızda, 4km sonra yeşillikler içinde bir “butik otel”e varıyorsunuz – ancak endişelenmeyin, “butik” olmasına karşın, “Bakkhos” hiç de cep yakıcı değil..! Bireysel taş binalar içinde yer alan yüksek tavanlı odaların her biri, değişik –ve çok zevkli– biçimde döşenmiş. Üzüm bağları içindeki geniş bahçe muhteşem, küçük havuzunda ise yüzmek değil, serinlemek mümkün... Hamakta uzanır veya şarabınızı yudumlarken dinlediğiniz hafif caz müziği, direksiyon başındaki saatleri de   unutturuyor hemencecik! (www.bakkhos.com) – Dönüş yolunda ise, bu köşemde daha 2000 yılında söz ettiğim ve ardından birkaç dostumun büyük keyif alarak kaldığı,

Burhaniye/Ören’deki mini tatil köyü “Club Orient”de konaklayabilir – veya Geo Dergisi’nin “Avrupa’nın en iyi 100 oteli” arasına seçtiği bu beldeyi başlı başına haftalık bir tatil yeri olarak seçebilirsiniz! Hemen sahilin bitişiğinde yer alan dev bir botanik bahçe içinde Ege yöresi türünde küçük evlerde 2-4 veya 6-8 kişilik daireler, kahvaltıda Mozart ile Vivaldi, Assos açıklarında batan güneşe karşı rakı keyfi, akşam yemeklerinde ise Sinatra ve benzerleri – sanırım, anladınız..! Bu güzel yeri işleten, sıkı bir “anti-siyanür” aktivisti olan Birsen hanımın eşi Münihli Jochen Lemke’ye “Şalom” okuru olduğunuzu söylerseniz, size belki bir indirim de yapar, yeri varsa... (www.club-orient.com.tr)

Size iyi tatiller, efendim – bendeniz de yaz boyunca “ayda bir”e çekiliyorum...