Bebeği kim kurtaracak?

Bu öykü, özverinin, insan sevgisinin, şerefin ve duygusallığın içiçe olduğu gerçek bir öyküdür...

Coya DELEVİ Kavram
10 Haziran 2009 Çarşamba

1943 yılı Krakov Gettosu.. Eski bir Yeshiva öğrencisi olan, 22 yaşındaki Avraam Şapiro (*) düşünceli... Almanların Yahudi ırkını yeryüzünden tamamen silmeye kararlı olduklarının farkında olan genç adam, ailesiyle birlikte kaçabilme planları yapmakta... Bu amaçla, yabancı bir ülkenin vatandaşı olduklarını belgeleyen sahte kimlik kartları edinip, Macaristan’a ulaşmayı hedefliyor. Gettonun uzak bir köşesinde, bir “bunker” hazırlayıp, orada yiyecek stoku yapmaya çalışıyor... Niyeti, Almanlar gettoya girer girmez sınıra kaçabilmek...

11 Mart 1943... Şapiro’ların kapı komşusu Haya Rivka, çalışma kampına yollanacağını öğreniyor... Haya’nın ablası ve eniştesi, Treblinka’ya götürülürken 20 aylık bebekleri Hayim, Tanrı’nın bir lütfu ile farkedilmemiş, teyzesi Haya ile kalmıştı. Ve, 11 Mart günü, kollarında bebekle, genç kız Şapiroların kapısını çalıyor. Haya nedense, Avraam’ın küçük Hayim için kurtarıcı olabileceği inancını taşıyor ve bebeği alması için ona yalvarıyor...

Son derece tedbirli, organize bir şekilde Nazilerden kurtulma planları yapmakta olan genç adam, kendi insancıl karakterine yenik düşüyor. Daha sonraları günlüğünde belirttiği gibi “İnsan sevgisi o anda mantığımı ve düşüncelerimi felç etmişti sanki... Tereddütsüz, küçüğü almaya karar verdim.” Ancak, ebeveynlerinin öfkesini bastırmak pek kolay olmadı. Zira, Haya onlara da baş vurmuş ve kesinlikle reddetmişlerdi... Onlara göre, Nazilerden kaçmaya çalışan yetişkinler için bu bebek, bile bile yaşamlarını riske atmak demekti... Anne babasına hak vermekle birlikte, Avraam’ın yanıtı kısa ve net oldu:  Hayim, bundan böyle benim çocuğumdur. Ya hep birden bu getto cehenneminden kurtulacağız ya da burada ölümü bekleyeceğiz.”

Yaşamı boyunca bir daktilonun tuşlarına basmamış olan Avraam, eski bir yazı makinesi edinip, gece boyunca çalıştı. Amacı, küçüğe doğum sertifikası hazırlamaktı... Ve de bunu başardı. Oldukça inandırıcı ve otantik görünen belgeyi Rav’a götürüp, resmi kaşe ile onaylattı. Yıllar sonra günlüğünde “Avraam Şapiro’nun bir oğlu olmuştu!!..” diye belirtti bu olayı...

Almanlar Krakov Gettosu’nu boşaltmaya başladıklarında Yahudileri meydanda toplayıp, çeşitli gruplara ayırdılar. Gençler çalışma kamplarına, yaşlılar huzur evlerine ve küçükler de okul veya kreşlere yerleştirilecekti. Avraam bunun alçakça bir yalan, insafsızca oynanan bir komedi olduğunun bilincideydi. Hayim’i orada vermemekte direndi ve “hep beraber” diyerek bebeği Almanlara teslim etmedi.

Avraam’ın hazırladığı “bunker” o an bulundukları yerden oldukça uzakta olduğundan, oraya gitmeleri olanaksızdı. Küçük çocuğu Bn. Şapiro’ya emanet ederek, geçici bir barınak aramaya koyuldu. Tüm tehlikelere rağmen, bulabildiği terkedilmiş bir binaya ailesini götürmeyi başardı. Yapının dik merdivenlerle inilen bodrumuna yerleştiler. Doğal olarak, Avraam endişeliydi. Almanların, her an, gettonun bu köşesine ulaşacakları, arama yapacakları kesindi. Ama, Tanrısl güç onları koruması altına almıştı sanki...

Etrafı araştıran genç, hayretle bir fıçınin içinde depolanmış tuvalet atıkları olduğunu gördü. Dönemin ümitsiz, zor koşulları göz önüne alındığında, yapılardaki eksikleri, bozuk tesisatları onaracak usta bulmanın olanaksızlıkları anlaşılabilir... Öyle ki Avraam, fazla düşünmeden, ama büyük tiksintiyle, geceyi geçirecekleri bodruma inen basamaklara bu fıçının tümünü döktü. Almanların, Yahudilere duydukları yoğun nefrete rağmen, çizmelerini onların b...uyla kirletmeyi göze alamıyacaklarını umuyordu Avraam... Nitekim, umduğu gibi de oldu.

O gece, Gestapo’nun binaya girdiklerini duydular. Esas sorun, bebeğin ağlamasını engellemekti. Bunu ancak ona bir şeyler yedirerek başarabilirlerdi. Ellerinde yalnızca kuru biraz  tahıl vardı. Onu yumuşatacak bir damla suları bile yoktu. Avraam kuru tahılı kendi ağzında çiğnedikten sonra, küçüğe yedirdi. Bu arada, iğrenç kokudan sızlanan Almanların sesini duydular. Bu, Avraam’ın umduğu tepkiydi ve yanılmamıştı. Naziler bodruma inmeye yanaşmadılar...

Şapiro’lar, gettonun boşalmasının ardından gece, kanalizasyon yoluyla kaçıp, Krakov’un öbür yanına ulaşmayı planlıyorlardı. Ancak, Avraam’ın Hayim’le ilgili endişeleri vardı. Kanalizasyondan geçmeleri uzun sürdüğü takdirde, bebeğin nefessiz kalma ihtimali olasıydı. Bu endişesi planında değişiklik yapmasına neden olduğundan, dikenli tellerden geçmeyi denemeye karar verdiler. Umutsuzluğun verdiği güçle, oldukça geniş bir delik açmayı başardı ve oradan kaçtılar... Hiç bir yaşam belirtisi görülmeyen gettonun ıssız sokaklarında koşmaya devam ettiler... Ayakları ara sıra, Nazilerin hunharca katlettikleri Yahudilerin yerdeki cesetlerine takılıyordu. Durmadılar... Duramazlardı da... Her an yakalanma korkusuyla, Avraam’ın hazırlamış olduğu “bunker”e vardılar.

Genç adam, iyi, kötü bir aydınlanma sistemi kurabilmişti ama suları yoktu. Üst katlara çıkıp su bulmaya çalıştılar ve bu çabaları, ne yazık ki onları ele verdi. Her ne kadar, ülkenin yabancısı olduklarını iddia ettilerse de bu durum, onların Gestapo’nun zindanlarına atılmalarını engelliyemedi. Son bir çare olarak, Bay Şapiro cebindeki değerli, altın sigara tabakasını gardiyana vererek, kaçtılar. Onları Slovakya sınırına götürebilecek bir rehber bulup, ordan da Macaristan’a geçmeyi planlıyorlardı. O dönem, henüz “Kesin Çözüm” ün, yani Yahudilerin topluca katledilmelerinin yaşanmadığı tek ülkeydi Macaristan...

1943’ün sonbaharıydı... Polonya ormanlarının derinliklerinde, soğuktan ve korkudan titreyerek ilerliyorlardı. Açlığa dayanmaya çalışıyorlar, ya da bulabildikleri patatesleri çiğ çiğ yiyorlar, dişleri arasında öğüttükleri bir kısmını da Küçük Hayim’e yediriyorlardı. 28 Ekim Cuma gecesi, “Noçe Şabat”... Bir ara, gecenin karanlığında, rehberin ortadan yok olduğunu farkedip, allak bullak oldular. Gecenin bir ortasında, bu uçsuz bucaksız ormanda ne yapabilirlerdi? Bir ara, yol boyunca bebeği taşımış olan Avraam, onun ses çıkarmadığını, hatta neredeyse donmuş olduğunu gördü, dehşete kapıldı. Korkudan ne yapacağını bilemez, şaşkın haldeydi...

 Bu şaşkınlıkla genç adam, yerden birkaç kuru dal topladı. Hayim’i belki de biraz ısıtarak, yaşama döndürmeyi deneyecekti. Tabii ki bilinçsizce yapılan bir hareketti... Bu, bile bile gizlendikleri yeri ilan eden inanılmaz bir çılgınlıktı.. Bir kez daha, aşırı insan sevgisi Avraam’ın sanki mantığını köreltmişti... Bir yandan Bn. Şapiro, küçüğün giysilerini kurutmaya çalışırken, Avraam da minnacık vücudu ısıtmayı deniyor, Tanrı’ya dua ediyordu... Ve sanki mucize gibi, o ana kadar sessiz olan bebek, kıpırdanmaya, inlemeye başladı... Soykırım süresince sayısız tehlikeler atlatmış olan Avraam, o geceyi yaşamı boyunca unutmayacaktı... O korkunç savaşın en dehşet verici anısı olarak belleğinde saklayacaktı küçücük bir varlığın yaşamı için hissettiği büyük korkuyu... Cumartesi günü, akşama doğru rehberin aniden çıkageldiğini gördüler. Yerdeki külleri farkeden adam, öfkeden sanki kudurmuş halde, Şapiro’ları tedbirsizlikle, çılgınlıkla suçladı... Pek haksız da sayılmazdı tabii.

Avraam bulabildiği bir bez parçasıyla çocuğu göğsüne bağladı. Öyle ki, yürüyüşleri süresince her an onu görüyor, hareketlerini izleyebiliyordu. Ancak, bu şekilde yürürken yoldaki engelleri göremediğinden, zavallı gencin ayağı keskin bir demire takıldı ve çizmesinin tabanını yırttı. Ama, ormanda yürüyüşlerine devam ettiler... Sınırdan geçip, Slovakya’ya girdiler. Sayısız engellemeler ve zorluklarla geçen bir yolculuktan sonra, Budapeşte’ye vardılar. Orada bir göçmen konuk evine yerleştiler. Küçük Hayim’in yetim olduğunu öğrenen yetkililer onu, dindar Yahudi bir aile olan Schonbrun’lere vermelerini önerdi. Bu ailenin maddi durumlarının da oldukça iyi olduğunu öğrenen Avraam, küçüğün selameti için akıllıca davranması gerektiğini düşündü. Hayim henüz iki yaşındaydı ve kötü beslenme sonucu hastalıklı ve zayıf görünüyordu. Savaş henüz devam etmekte, herkes gibi onlar da çeşitli tehlikelere karşı hâlâ korumasızdılar. Oysa, çocuğun düzenli bir yaşama gereksinimi vardı. Bütün bu düşünceleri kafasından geçiren Avraam, çocuğa bağlanmış olan annesinin karşı koymasına rağmen, Hayim’i Schonbrun Malikanesi’nde bıraktı...

Budapeşte’de kaldıkları sürece Avraam, sinagogda rastladığı Bay Schonbrun’e çocuğun hatırını her sorduğunda mesafeli, soğuk yanıtlar aldı. Bunun üzerine, “oğlunu” teslim ettiği ailenin ona iyi bakacağından emin olarak, çocuktan uzaklaşmayı tercih etti. Günlüğüne şöyle yazmıştı “..çocuğun iyiliği için o aileden uzaklaştım. Hayim’in geçmişi anımsamasını istemedim..”

1944 Mart ayında Almanlar Macaristan’ı işgal etti. Sinagogda dua ederken toplanan Yahudiler arasında Avraam ve babası da vardı.. Auschwitz’e giden trene tıktılar hepsini... Cebinde gizlemeyi becerdiği ufak bir çakıyla Avraam, furgonun daracık penceresini az da olsa, genişletip açmayı başardı. Tren, ölüm kampına doğru yolculuğuna devam ederken baba oğul Şapiro’lar “yaşam”a atladılar o ufacık pencereden... Slovakya’daydılar ve savaş sona erene kadar orada kaldılar. Rus kuvvetlerinin ülkeye girmelerinin hemen ardından, Budapeşte’ye döndüler. Yaklaşık bir yıl önce Bn. Şapiro’yu bıraktıkları sığınma merkezine gittiler. Ve orada onu, “Matsa” yerken buldular. Pesah’ın ilk günüydü...

Avraam anılarında şöyle diyor: “Sokakta dadısıyla dolaşan küçük Hayim’i her gördüğümde, gözlerimden akan yaşlara rağmen, asla küçüğe yaklaşmadım...” Dindar Schonbrun ailesi, komünist Macaristan’da kalamayacaklarını anlayarak, Kanada’ya göç edip, yaşamlarını Montreal’de sürdürdüler. Hayim orada büyüyüp, evlendi. Avraam da ailesiyle yerleştiği İsrail’de hayatını kurdu.

Ancak, ne yıllar, ne de aradaki mesafeler bu insanların yaşamlarındaki sevgi yumağını çözemedi. Avraam, Hayfa’da yaşıyordu ama Hayim’in eşinin teyzesi aracıyla, haberdardı Hayimden... Kaderin cilvesi ya da hoş oyunu, ne derseniz deyin, bu hanım Bn. Şapiro’nun arkadaşıydı. Dolayısıyla, 1943 senesindeki o nefes kesen kaçışı biliyordu. Öyle ki bir gün, teyzesi Hayim’e Şapiro’lardan söz etti: “Hayfa’da senin hayatını kurtarıp, seni Polonya’dan Macaristan’a kadar götüren bir bey yaşıyor..”

1980’de, yani savaşın sona ermesinden 35 yıl sonra, 37 yaşındaki Hayim ailesiyle birlikte, oğlunun Bar-Mitsvası için İsrail’e gelir... İlk işi kurtarıcısının adını ve yaşadığı yeri öğrenmek olur ve buluşurlar... Hayim o anı anımsarken:

Ağladık, ağladık... durmadan konuştuk ve gene ağladık..” der. Bu, bir kez daha kuvvetli bir sevginin başlangıcı olur. İzleyen yıllar içinde, karşılıklı, ailelerin düğünlerinde ya da Bar-Mitsvalarında buluşurlar.. Baba oğul gibi...

Hayim, niye 35 yıl beklediğini sorduğunda, Avraam elindeki kutuyu ona göstererek “İşte, bütün sır bu kutuda. Bunu sana verebilmek için tam 35 yıl bekledim..” Hayim kutuyu açar ve hayretle altın liralarla dolu olduğunu görür. Bunun anlamını bilmek istediğinde, Avraam anlatır: “Annen Treblinka’ya götürülürken seni, geleceğini ve bu altınları teyzen Haya’ya teslim etmişti. Bizler, yani Şapiro’lar ve sen, 43-44’teki o umutsuz kaçışımızda, ara sıra bu altınlardan “ödünç”almak zorunda kaldık. Öyle ki, Budapeşte’ye vardığımızda sayıları oldukça azalmıştı. Kendimi çok kötü hissediyordum. Çünkü bir çocuğun yaşamını kurtarma sevabını işlerken, bunun asla para karşılığında olmasını istemedim.”

Ve Avraam, iş bulur bulmaz, kuruş kuruş biriktirmeye başlar... Kutunun altınlarını 1943 teki sayıya getirmek onun tam 35 yılını alır... Şimdi de, mutlu, vicdanı rahat, yaptığı iyilikten çıkar sağlamayı istememiş olmasının verdiği huzurla, altınları Hayim’e vermek ister... Hayim’in kutuyu kabul etmeyi reddetmesi üzerine, ortak bir çözüm bulurlar; altınları, Hayim Schonbrun adına, İsrail’de bir yardım kurumuna bağışlarlar...

Krakova Getto’sunda merhamet duygusu belki Avraam’ın mantığını uyuşturmuştu ama, onurunu, dürüstlüğünü asla...

 

Kaynakça: “Who will save the Baby?”

 

(*)-Öyküdeki isimler kahamanların asıl adları değildir. C.D