Genç bir yazarın dünyaya bıraktıkları

Bir yazar var, hepimizin tanıdığı… Tutmuş olduğu günlüğün, bir gün milyonlarca insan tarafından okunacağını bilmeksizin, özgürce yazanlardan. Umudu, üzüntüyü, korkuyu, dostluğu ve aşkı aynı anda yaşamış ve tüm açık yürekliliğiyle günlüğüne taşımış olan genç bir kız. Söz ettiğim yazar, 2. Dünya Savaşı’nın kurbanlarındandı… 16 yaşında hayata veda etmişti… Adı, Anne Frank’tı…

- Perspektif
3 Haziran 2009 Çarşamba

1929 yılında Almanya’da doğan Anne Frank’ın ailesi, Hitler iktidarının başlaması ile  (1933) Hollanda’ya yerleşti. 1940 Mayısı’nda Almanlar Hollanda’yı da işgal ettiler ve burada da Yahudileri baskı altında tuttular. Frank ailesi, bir çatı katında saklanarak bu baskıdan kurtulmayı umut etti...

6 Temmuz 1942 günü, Otto Frank, karısı Edith Frank (Holländer), çocukları Margot ve Anne, Prinsengracht’ta saklanacakları eve geldiler. Ardından, Hermann, Auguste van Pels ve çocukları Peter, dişçi Fritz Pfeffer de onlara katıldı.

4 Ağustos 1944 günü, Alman güvenlik polisi, ismi belli olmayan birinden telefon aldı. Telefonda, ‘263 Prinsengracht ‘adresinde bazı Yahudilerin saklandığı ihbarı verildi. Saklanılan ev ortaya çıkmıştı.

Evde saklanan sekiz kişiyle, onlara yardım eden Jo Kleiman ve Victor Kugler tutuklanarak hapsedildi. Almanlar, yardımcılardan Miep Gies ve Bep Voskuijl’i ise tutuklamadılar. Kleiman ve Kugler, tutuklandıktan sonra Ameersfoort Toplama Kampı’na gönderildiyse de sağ kurtulmayı başardılar.

Hermann van Pels, 1944’ün Eylül veya Ekim ayında Auschwitz’de, öldürüldü. Fritz Pfeffer, hastalandı ve aşırı yorgunluktan 20 Aralık 1944 tarihinde Neuengamme Toplama Kampı’nda hayatını kaybetti. Edith Frank, hastalık ve aşırı yorgunluktan, 6 Ocak 1945’de, Auschwitz’de, Margot Frank ise, tifüsten 1945 Mart’ında Bergen – Belsen Kampı’nda öldü.

Anne Frank, tifüs hastalığına kapılarak Margot’tan birkaç gün sonra 1945 yılının Mart ayında Bergen – Belsen’de hayatını kaybetti.

Auguste van Pels, 1945’in Nisan ya da Mayıs ayında, Theresienstadt’a aktarılırken öldü. Peter van Pels, 5 Mayıs 1945 günü, Mauthausen Kampı’ndaki barakada öldü. Otto Frank, Auschwitz kampından sağ olarak kurtulabildi.

Evdeki insanların tutuklanmasından sonra, Miep Gies ve Bep Voskujil, iki ailenin iki yıl boyunca saklandıkları eve çıktılar ve Anne’nin yazdığı orijinal günlüğü buldular. Onun günlüğüyle beraber, yazdığı 300’den fazla sayfa buldular. Gies, her şeyi kendi masasında sakladı. Savaş bittikten ve Anne’in öldüğü kesinleştikten sonra, Miep Gies günlükleri Otto Frank’a verdi. Anne Frank her zaman, kaldıkları gizli ev hakkında bir kitap yazmak istemişti. Bunun yanında, hep ünlü bir yazar olmayı düşlemişti. İronik olarak, kendisinin yazdığı günlük onu ünlü yapmaya yetti.

“Sen de uzun zamandır biliyorsun ki, benim en büyük dileğim ilerde bir gazeteci olmak. Sonra da, ünlü bir yazar… Savaştan sonra “Gizli Bölme” adlı bir kitap basmak istiyorum.”   

(11 Mayıs 1944)

Otto Frank, 1945 Haziran’ında Amsterdam’a geri döndü. Anne’in yazdığı günlüğü yayınlamaya karar verdi. Otto, 1953 yılında yeniden evlendi ve ikinci eşi, Elfriede Markovits ile beraber Basel, İsviçre’de yaşamaya başladı. Anne Frank’ın günlüğünün telif hakkını Basel’deki Anne Frank Kuruluşu’na verdi. Saklandıkları evi, dünyaya açık bir müze haline getirebilmek için çok aktif bir çalışma sergiledi. Otto, 1980 yılında, 91 yaşında öldü.

Amsterdam’da Anne Frank ve ailesinin saklandıkları ev, şu anda bir müze konumunda. Amsterdam’a yaptığım ufak bir gezide, Anne Frank’in evini görmek en büyük isteğimdi. Günlüğünü zaman zaman birkaç kez okuduğum bu kişinin, hayata tutunuşu beni derinden etkilemişti. Amsterdam’ın sokaklarında onun evine doğru yürürken, kendimi hep o günlerde hissetmeye çalıştım. Çok zordu. O zamanı akla getirmek inanılmaz güçtü. Kendimi Anne Frank’ın yerine koyup, Amsterdam sokaklarında üzerimde sarı bir yıldızla yürüdüğümü hayal ettim.

“1940’tan sonra her şey artık eskisi kadar güzel değildi. İlkin savaş başladı ve Almanlar Hollanda’ya geldiler. Özgürlüğümüz kaybolmuştu. Yeni Alman yönetimi altında, Yahudiler sarı bir yıldız giymek zorunda bırakıldılar. Yahudiler, her yere yürümek zorundaydı. Alışverişlerini sadece “Yahudi Market”lerinde yapabiliyorlardı ve akşam sekizden sonra dışarı çıkamıyorlardı. Bu saatten sonra kendi bahçelerinde bile oturamıyorlardı. Yahudiler, sinema ve tiyatroya gidemiyorlardı.”  

(20 Haziran 1942)

Üzerimde sarı yıldızla, herkesten farklı olduğumu, dışlandığımı düşündüm. Sadece Yahudi olduğum için, insanların benden uzaklaştıklarını hissettim. Müzenin kapısında uzun bir kuyruk vardı ve kuyruğa girdim.

“Saat 7.30’da evi terk ettik. Moortje adındaki kedime hoşça kal dedim. Komşularımız onunla ilgilenecekti. Evi terk etmek için acele ettik, saklanacağımız yere güvenle varmayı çok istiyorduk. En önemlisi de buydu… Daha çok yarınlar…” 

(8 Temmuz 1942)

Yaklaşık bir saatlik bir bekleyişten sonra müzenin içindeydim. Attığım her adım benim için özel bir anlam taşıyordu… Seneler önce Anne,  saklandığı tavan arasına buralardan geçerek çıkmıştı. İlk katlarda, Otto Frank’ın çalıştığı ofisi gezdim ve ardından bir kitaplıkla gizlenen daracık bir kapıdan geçip, iki ailenin uzun süre herkesten gizlenerek hayatta kalmaya çalıştıkları çatı katına yöneldim. En duygusal anlardan biriydi. Sekiz kişinin bu kadar dar bir alanda iki yıl saklandıklarını düşünmek büyük bir acı veriyordu.

“Bir gün bu çirkin savaş sona erecek. Bizim yeniden sadece Yahudi değil de insan olacağımız zamanlar gelecek!”

(9 ve 11 Nisan 1944)

Eve girdikten sonra sırayla odaları gezmeye koyuldum. Her odada çeşitli bilgiler yer alıyordu. Frank ailesinin zamanından kalma pek fazla bir şey yoktu. Otto Frank’ın kaçış planı ve Anne Frank’ın duvarında asılı ünlülerin posterleri aklıma gelenlerden bir kaçı.

 Müzeyi ziyaret edenlerin duvardaki bilgileri sıradan bir şekilde okuduğunu fark ettim. Ben ise her odada uzun süre durup, Anne Frank’ın günlüğünde anlattıklarını kafamda canlandırmaya çalışıyordum... Anne’ın odasına geçtiğimde, Peter’le yaşadıkları romantik dakikaları aklıma getirdim. Anne Frank, konuşmayı çok seven hayat dolu bir kızdı. Odasındaki pencerenin camından bakıp, dışarıdaki yaşamın hiç tadamadığı güzelliklerini gözünde canlandırmaya çalışırdı. Penceresinden görünen uzun kule Westertoren’e de yer vermişti günlüğünde. Ben de onun odasına girdiğimde hemen pencereye yöneldim ve sessizce dışarı baktım. Her yer yemyeşildi… Westertoren’i görüyordum… O anda, Anne Frank’ın, dışarıya bakarak, savaşın biteceği, özgürlüğe kavuşup, diğer gençler gibi parkta oynayabileceği umudunu bir an içimde hissettim.

“Biz milyonlarca insandan daha şanslıyız. Burası sessiz ve güvenli. Yemek alacak paramız var. Biz benciliz çünkü “savaştan sonraki zaman” hakkında konuşuyoruz ve yeni kıyafet ve ayakkabılara uzanıyoruz. Ama biz paramızı başkalarıyla paylaşmak için saklamalıyız.”

(13 Ocak 1943)

“Biz burada çok şanslıyız. Kendimi, sıcak bir yatakta uyuduğum için rahatsız hissediyorum çünkü bizim değerli arkadaşlarımız çok kötü acılar içindeler. Sadece Yahudi oldukları için.”

(19 Kasım 1942)

Müze içerisinde İkinci Dünya Savaşı, Frank ailesi ve onlarla saklananlarla ilgili bilgiler vardı. Anne Frank’ı tanıyanların konuşmaları, videoları ve daha bir sürü bilgiyle donanmış bir müzeydi. Müzeyi terk ederken, Anne Frank ve ailesinin savaşın sona ermesine günler  kala, gizlendikleri evden çıkartılarak kamplara aktarıldığını anımsadım ve onlara iki yıl boyunca yuva olmuş bu çatı katını hüzünlü terk edişlerini canlandırıverdim aniden gözümde…

“Hayal edebilirsiniz ki, biz genelde “Neden savaşlar var? Neden, ah, neden insanlar beraber barış içinde yaşayamıyorlar?”diye sorarız.

Kimse buna çok güzel bir cevap veremez… Neden hükümetler tıbba veya fakir insanlara hiçbir şey harcamazken, her gün savaşlar için milyonlar veriyorlar? Neden insanlar aç kalmak zorunda, dünyanın diğer kısımlarında yemekler boşa giderken? Ah neden insanlar bu kadar deli?” 

(3 Mayıs 1944)

Ünlü sinema aktrislerinden Emma Thompson, Anne Frank Müzesi’nin web sitesinin açılmasında büyük katkıda bulundu. Altı dilde hizmet veren bu sitede, Anne Frank’ın penceresinden gördüğü kestane ağacı, sanal olarak yaratıldı. Bu ağaca ilk sanal yaprağı Thompson taktı. Dünyanın her yerinden herkesin girip bir yaprak asabildiği bu ağaç, aslında Anne’e duyulan sevgi ve yakınlığın bir sembolü. Site aynı zamanda, müzede yer alan faaliyet programı ile ilgili birçok bilgiyi de içeriyor.

John F. Kennedy, “İnsanlığın kayıpları ve acıları için konuşan onca insan arasından, hiçbiri Anne Frank’ınki kadar ilgi uyandırıcı olamaz.” derken, Nelson Mandela, Robben adasında hapsedilirken bu günlüğü okuyup, günlükten ilham aldığını belirtti. Primo Levi ise ‘The Drowned And The Saved’ adlı kitabında şöyle yazdı: “Anne Frank tek başına, bizi onun gibi acı çeken sayısız, ancak isimleri gölgeden kalan insandan daha çok duygulandırıyor. Belki de böylesi daha güzeldir: Eğer bütün bu insanların acılarını içimizde yaşatmak zorunda kalsaydık, yaşayacak gücümüz olmazdı.”

“Ben nasıl mutsuz olabilirim ki, gökyüzünde güneş varken? diye sordum kendime. Tanrı bizim hep mutlu olup dünyanın güzelliklerini görmemizi ister. Bu bize bütün sorunlarımızda yardım edecektir…”

(23 Şubat 1944)