Yaşam Yürüyüşü’nden isyankâr izlenimler

Her yıl Polonya’da gerçekleşen ve II. Dünya Savaşı sırasında o topraklarda yaşananlara ışık tutmaya çalışan Yaşam Yürüyüşü’ne bu yıl Türkiye’den on sekiz kişi katıldı. Katılımcılar, bu altı günlük tarih ve duygu yüklü gezinin izlenimlerini bizlerle paylaştılar

Perspektif
13 Mayıs 2009 Çarşamba

Tarih bilmek bir ayrıcalıktır.

Kendi tarihini bilmek ise bana göre, ayrıcalık olmaktan başka yalnız olmadığını bilmektir.  Benim geçtiğim yollardan daha önce başkalarının ayak izlerini görme gururudur.

Auschwitz, Majdanek ya da Birkenau birer ölüm kampı olarak tasarlanmamıştı. Fakat her biri binlerce can aldı. Bu kamplarda ölen binlerce insanın bir adı, bir işi, uzaklarda bir yerde bekleyeni ve ölmediğini umduğu akrabaları vardı.

Bu gezi ile her birine onları “unutmadığımızı” gösterdik.

Hep beraber “Bir daha asla” dedik.

‘March of the living’, bana bir yere ait olduğumu ve hiç biri ile kan bağım olmasa da, dünyanın dört bir yanında kardeşlerimin olduğunu öğretti. Yürüyüşe başladığım anki duygularımı tarif edemem.

Ama bir an var ki hiç unutamam.

İnsanlar bağırarak şarkılar söylerken bende bağırmak istedim.

“Kazanamamış, kamplardan hiç kimse sağ kalmamış olsa bile ben buradayım ve yaşıyorum!”

BETSY LEVİ, UÖML - 10. SINIF

Altı milyon… Bilincimizin alamayacağı, inanılmaz bir rakam.

Altı milyon Yahudi…

Her birinin apayrı, birbirinden acıklı hikâyeleri var.

Bu hikâyeleri, yaşadıkları gettolarda, kamplarda dinlemek çok farklı bir deneyim. Nesilden nesile aktarmamız gereken hikâyeler.

‘March of the living’de öğrendiklerimizi, oraları gezmeden, o binalara dokunmadan anlamak çok zor. Bu deneyim, bir yandan bizleri olgunlaştırırken; diğer yandan da bilgileri en gerçek, en doğru şekilde öğrenme fırsatı verdi. Anlaşılması ve inanması zor olan bu turu, Yahudi benliğinin farkında olan herkese öneriyorum…

ESRA LEVİ, UÖML - 10. SINIF

‘March of the living’; daha önce sadece filmlerde olan, insanlara acı ve sıkıcı gelen olayların aslında keskin birer gerçek olduğunu anlamamıza yardımcı oldu. 

Bu organizasyona belki de her sene katılmamız gerektiğini düşünüyorum.

Unutmamak ve  unutturmamak adına…

BERTA BANANA, UÖML – ÖĞRETMEN

Bir geziye katılırken amaçların başında dünyada bir ülkeyi görmek, hayat tarzlarını, yaşayanların konuştuğu bir-iki kelimeyi öğrenmek gelir. Fakat işin içine acı, şiddet ve inanılmaz gerçekler girerse hisler derinleşir.

‘March of the living’ bize Holokost’u öğretti, fakat en önemlisi hissettirdi.

Yaşayanların çığlıkları, yaşananların acımasızlığı…

Biz yaşananların unutulmadığını göstermek için gururla, dimdik, oradaydık.

Şimdi de sizleri unutturmamaya ve March of the living’de hep beraber yürümeye davet ediyorum…

ESİN HABİF, UÖML - 10. SINIF

 

Dolu dolu geçen altı gün sonunda, tarihte yaşanılan o acı günlerin hatırlanması ve

“Hâlâ burdayız!” diye bilmenin verdiği mutlulukla bitirdik bu geziyi.

İnsanlığın bu derece acımasızca milyonlarca insanı yok etmeye çalışmasının nedenini hâlâ anlayamam. Benimde aynı koşullar içinde ne yapacağımı, nasıl hayatta kalmayı başarabileceğimi düşünemiyorum. Ama bundan sonra yapılacak tek şey               

Hatırlamak ve unutturmamak…

REYSİ RODİKLİ, UÖML - 10. SINIF

 

Yaşanmış bir hikâye ile hislerimi anlatmak istiyorum. Auschwitz’ten kurtulan bir kişi Amerika’ya yerleşir ve orada hayatını kurar. Ölmeden önce çocuklarından bir şey ister. İsteği ise gömüleceği zaman Auschwitz’de giydiği elbiselerle gömülmektir. Çocukları ise bunun sebebini sorar. Babalarının cevabı aynen şöyledir…

“Yukarıda cehenneme mi cennete mi giderim bilmiyorum. Ama cehenneme gideceksem orda söyleyeceğim tek cümle var. Ben zaten bu elbiselerimle birlikte zaten cehennemdeydim, bunu bir daha yaşamaya hakkım yok”.

İşte ben ve 17 kişi bunun ne anlama geldiğini orda gördük.

Gettolarda verilen yaşam mücadelesi, ölüm çukurları ve ölüm kampları… 

Cehennemi ne kadar yakın yaşadıklarının bir göstergesiydi.

Onların şu anda bulunduğu mekânı bize düşen bir görevle renklendirebiliriz.

Bu görev;

Unutulmamalı ve unutturmamalı.

YOSİ HALEVA, UÖML - ÖĞRETMEN

Auschwitz- Birkenau-Majdanek… Toplama kampları, gettolar…

İnsanların ölüme gittiği yollar.

Binlerce, milyonlarca insan nereye, ne için gittiklerini bilmeden ölüme doğru uzun yollardan geçtiler. Ben bu yerlerin hepsini filmlerden hatırlıyorum aslında; ama bu gezi filmlerine kadar gerçek ve inanılmaz olduğunu ekranlardan hayatımıza geçiriyor.

Bu gezi insanın tüylerini diken diken eden karelere sahip. Ben ise gördüğüm yerleri, yaşadığım hisleri kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Ama ne olursa olsun gördüklerimden ve yaşadıklarımdan, oraya gidip “Bizler hâlâ varız ve yaşıyoruz” demekten çok ama çok mutluyum.

Şu an bizim tek görevimiz yaşananları hiçbir zaman unutmamak ve her zaman hatırlatmak.

LEYSİ MENASE, UÖML - 10 SINIF

 

Bir an düşünün sıcacık evinizde otururken sokağa atıldığınızı, annenizin kollarından koparıldığınızı, kalbinizin mutluluktan değil korkudan çarptığını, bir hayvan gibi vagona tıkıldığınızı,

Bir dilim ekmeğe muhtaç olduğunuzu.

Şimdi derin bir nefes alın...

Sonra sorun kendi kendinize bunu yapanlar insan mıydı? Hangi vicdana sığar böyle acımasızlıklar? Hangi akıl açıklayabilir böyle sistemli işleyen işkenceyi?

Hangi anne, hangi baba dayanabilir böyle kalp acısına?

Hangi göz görmeye katlanır kışın eksi on sekiz derece soğuğunda bahçede kar yerine kan görmeye? Her gece yastığa başlarını koyduklarında bir damla fazla gözyaşı akıttılar çocukları için, yakınları için... Islak kapadılar gözlerini... Nefes aldıklarında acıyan bir kalp taşıdılar hep yanlarında.

Hep umut dolu gözlerle baktılar etraflarına belki şans eseri karşılaşırlar, tekrar beraber olurlar diye... Boğazlarında düğümlenen hıçkırıklara inat azmettiler, çabaladılar.

Hayat karşılarına güzel günler sunmamış olsa da pes etmediler, dua ettiler. Yalvardılar, yakardılar.

En sonunda başardılar. Kalbimizde yaşlandılar, ölmediler hala yaşıyorlar. Artık yalnız değiller.

Biz varız, bizler varız. Çocukları, torunlarıyız onların.

Can yoldaşları, arkadaşlarıyız.

Tutunduk birbirimize bir daha hiç kopmayacağımıza dair söz verdik.

Biz artık onlardan biriyiz, onlar da biz.

SHİRLEY SİSA, UÖML - 10. SINIF

Önemli Mesajları Aktarmak

YONİ ÖZDANA

Bu geziye çıkmadan önce Holokost hakkında birçok kitap okuyup filmler seyrettim. Her film ve kitap bana değişik bilgiler veriyor, olayların geçtiği mekânların başında hiç şüphesiz bir zamanlar üç buçuk milyonluk muazzam bir Yahudi cemaatinin yaşadığı, Yiddiş dilinin ve edebiyatının beşiği olan Polonya geliyordu. Cemaatimizin bu ülkeye böyle bir turu düzenleyeceğini duyduğumda merakımı gidermek ve bu korkunç olayların cereyan ettiği yerleri görmek için bu geziye katılmaya karar verdim.

Altı gün süren bu gezimize Varşova’daki Yahudi Tarihi Enstitüsü’nü ziyaret ederek başladık. Rehberimiz Dvora Kohen’in engin bilgilerinin ışığında Polonya’nın başkenti başta olmak üzere, ülkenin genelinin ne denli büyük bir Yahudi kültürüne sahip olduğunu ülkeye gelir gelmez anladım. Bir Cuma günü ülkeye vardığımızdan dolayı şehirdeki yüzlerce sinagogdan tek sağ kalabilen Nozyk Sinagogu’nda Şabat duasını ettik. İnsan şaşırıyor, hatta bazen öfkeleniyor, nasıl oluyor da yüzlerce sinagogu ve üç yüz elli bini aşkın Yahudi nüfusu ile Varşova’daki Yahudi varlığından sadece bir tek sinagog ayakta kalabiliyordu? Nasıl böyle bir yıkım gerçekleşebiliyordu? Manzara gerçekten zaman zaman akıllara durgunluk vericiydi.

Avrupa’nın belki de en modern ve gelişmiş toplumlarından sayılan Alman toplumunda yer alan Yahudi düşmanlığı kendini yalnızca mimari yıkımda değil aynı zamanda yarım milyon Yahudi’yi savaş yıllarında yaşamaya mecbur bıraktığı Varşova şehrinin çok küçük bir kısmı olan gettonun yapısında da kendini hissettiriyordu. Gezimizin bu bölümünde getto duvarlarının ve binalarının olduğu yerleri ziyaret ettik. Gettoda sadece Ari ırktan insanların kullanabildiği yollar olduğunu ve Yahudilerin yalnız üstteki köprüyü kullanarak şehirde hareket etmiş olduklarını düşünmek insana başka bir hüzün veriyor. 

Gezimize Polonya’nın iki küçük köyü olan Kazimerz Dolny ve Lancut (Lanzut)’a giderek devam ettik. Bu köylerde bir zamanlar yaşamış Yahudiler hakkında bilgi içeren ve şimdi müzeye dönüştürülmüş olan sinagogları ziyaret ettik. Hepimiz bu irili ufaklı köylerde ve kasabalarda savaş öncesi rakamları binlerle ifade edilen Yahudi nüfusunun nasıl yok edildiğini anlamaya çalışırken, yolumuz üzerinde ziyaret ettiğimiz Majdanek ToplamaKampı bizi daha da dehşete düşürdü. Kurbanlar üzerinde uygulanan işkenceler ve gaz odaları bu vahşetin sadece belli bir boyutu.

Her ne kadar vahşet tanımlanamaz bir hal almış olsaydı da bu kaideyi değiştiren bazı istisnaların olduğunu bilmek gerçekten de insana az da olsa ümit duygusu veriyor. Bu duyguyu yaşadığım yerlerden biri de şüphesiz Krakov’da ziyaret ettiğimiz Oskar Schindler’in fabrikası oldu. Dvora’nın da anlattığı gibi Schindler gibi birçok insan kendi hayatı pahasına savaş sırasında birçok Yahudi’yi kurtarmış ve gelecek nesillere örnek olmuşlardı.

İstanbul’a dönmeden önceki gün gezimizin asıl amacı olan yaşam yürüyüşünün gerçekleştiği ve ölüm kamplarının belki de en dehşet verici olanı Auschwitz-Birkenau’ya gittik. Buradaki istatistiklerde yine insana inanılmaz geliyordu. Bir buçuk milyon Yahudi sadece Polonya’dan değil Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinden barbarca buraya getirilip öldürülmüşlerdi. Fakat bu akıl almaz düzene karşı koymaya cesaret edenler de vardı. Bunu da gezimizin en son gününde Varşova Gettosu ayaklanmasının olduğu yerde bizlere anlatılan kahramanlıklardan öğrendik.

Bu gezinin bana öğrettiği en önemli unsurun Antisemitizm, nefretinin nelere yol açabileceğini anlatmamın gereğiydi. Evet, bu mesajı aktarmayı özellikle son yıllarda dünyada tekrar artan bu nefretin önüne geçilmesi için önemli olduğunu düşünüyorum. Bundan dolayı bu geziye herkesin katılmasını öneriyorum. Sadece altmış beş yıl kadar önce bir toplu katliama neden olan bu nefretin ne kadar yanlış ve saçma olduğu ne kadar çok kişiye gösterilir ve anlatılırsa o kadar daha iyi bir dünya yaratacağımıza ve gelecek nesillere o denli iyi örnek olacağımıza inanıyorum.

 

“Önce inşaat, sonra yıkım”

March of Living 2009 gezisi için yola çıkarken aklımdaki sorular arasında nereleri gezeceğim, hangi kampları göreceğim ve hangi hikâyeleri öğreneceğim bulunuyordu. İkinci Dünya Savaşı hakkındaki kitap, makale ve filmlerden öğrendiklerim ışığında, hem coğrafi alan hem de etkilediği insan bakımından bu kadar büyük bir olayı yeterince sağlıklı bir şekilde inceleme şansına sahip olabileceğim konusunda şüphelerim vardı. Gezinin programını elime alıp inceledikten sonra kendi kendime “Keşke 2-3 tane daha toplama kampını görebilecek olsaydık” dedim. Beklentilerim belki bir izleyicinin bir sinema filminden bekledikleri gibi mümkün olduğunca fazla dramatik manzara, yıkıntı ve şoke edici olaya tanık olmaktı.

Polonya’da bulunduğumuz yaklaşık bir hafta boyunca neredeyse her gün başka bir şehri ya da köyü gezdik. Turumuz boyunca bize Yad Vaşem’den gelen, hem Soykırım hem de Polonya Yahudileri hakkında çok bilgili olan Dvora rehberlik yaptı. Gezimiz sırasında rehberimiz Dvora birkaç kere aynı sözleri tekrar etme gereksinimi duydu: “Önce inşaat, sonra yıkım”. Polonya’daki gezimizin her günü aşağı yukarı bu şablonda geçti. Gittiğimiz her şehir veya kasabada, önce İkinci Dünya Savaşı’ndan evvel Yahudilerin yaratmış olduğu zengin miras ve sosyal kültürün parçalarını ziyaret ediyorduk. Günlük yaşantılarını, düğünlerini, cenazelerini, ticari varlıklarını hangi şartlarda ve ne zorluklarla sürdürdüklerini gördük. Bundan sonra ise, yıllar boyunca biriken bu kültür ve zenginliklerin hangi şekilde yıkıldığı ve yok edildiğini görüyorduk. Daha gezinin ilk günlerinde beni çok etkileyen, savaştan fazla zarar görmemiş Lancut Sinagogu’na girdiğimizde kendi kendime aslında bir zamanlar bu topraklarda ne kadar zengin bir kültür, bilim ve sanat toplumunun var olduğunu fark ettim. Sonuçta savaş öncesi yaklaşık dört milyon Yahudi’nin yaşadığı bir toprak. Fakat gezi sırasında hissettikleriniz ve daha önemlisi hissedemediklerinizin yanında numaraların bir anlamı olmuyor. Bunları gördükten sonra gittiğimiz kamplarda dikenli teller, tahta ranzalar ve soğuk duvarların arasında yaşanan ve yaşayanlar hakkında hissettiklerim çok daha hafif kaldı. Blok blok aynı yapıları görmek bende bir şey uyandırmadı. Bunun nedeninin, o kampları, katledilen insanların bir parçası veya miraslarının temsilcisi olarak görememem olduğunu düşünüyorum.

Kamplara yapılan ziyaretler sonucunda insanın çıkartabileceği tek sonuç vardı. O da bir daha hiçbir zaman olayların bu noktaya gelmesine izin vermemek. Gördüklerimizin ardından, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan yaklaşık 8.000 kişi ile beraber yürürken oluşan manzara cesaretimi katladı. Yaptığım gezinin sonunda anladım ki, birkaç savaş kalıntısı, gaz odaları veya tren raylarının yerine bugün yok olmuş sayısız cemaatin bıraktığı miraslara tanık olmak çok daha anlamlıydı.

YAŞA MUSAOĞLU