Bir değişim süreci: kültür şoku

İş, okuma, çalışma, yaşama için ülke değiştirmek insanın yaşamında çok önemli yer teşkil eden bir değişim süreci… İlk taşınma, yerleşme, yeni şehir, yeni iş, yeni tanışıklıklar belli bir heyecan, motivasyon, sunuyorsa da diğer yanda üstesinden gelinmesi gereken “challenge”lar, huzursuzluk, stres ve endişeyi de getiriyor beraberinde... Sibel CUNİMAN PİNTO / Pa­ris

Sibel Cuniman PİNTO Yaşam
15 Nisan 2009 Çarşamba

Yeni bir ülkeye taşındığınızda ilk yaşanan olgu “Kültür Şoku”dur. Kalervo Oberg (Practical Anthropology, 1960) bir makalesinde ilk kez bu tamlamayı kullanmış ve günlük hayatımızda bize yol gösteren bin bir tür işaret ve sembolü kaybetmenin sonucunda oluşan endişe diye açıklamıştır. Sonja Manz da (Culture Shock - Causes, Consequences and Solutions: The International Experience, 2003) kitabında her ne kadar şoku, kısa dönemli heves ertesi sıkıntı diye açıklasa da uyum sağlama sürecinin tümünü tanımlamak için kültür stresi anlamında da kullanmıştır.

 

İş, okuma, çalışma, yaşama için ülke değiştirmek insanın yaşamında çok önemli yer teşkil eden bir değişim süreci ve gerçekten de bir süreç bu… İlk taşınma, yerleşme, yeni ev, yeni sokak, yeni şehir, yeni iş, yeni tanışıklıklar belli bir heyecan, heves, motivasyon, muhtemel özel olanaklar sunuyorsa da diğer yanda üstesinden gelinmesi gereken “challenge”lar, yabancı bir lisan, tanışık olmadığınız sosyal ritüeller kendinizi “yönünü şaşırmış ördek” gibi hissetmenize neden olup huzursuzluk, iç sıkıntısı, stres ve endişeyi de getiriyor beraberinde. Bize bildik, tanıdık gelen kültürel davranışlarımız ve kendimizi ifade etme biçimimizden farklı tarzlar, içinde bulunduğumuz yeni ortamı anlamaya ve tahmin etmeye çalışırken karşılaştığımız zorluklar ve bunlara karşı göstereceğimiz duygusal tepkiler kültür şokunun belli başlı öğeleri. Günlük yaşantımızda çok kolaylıkla başardığımız sıradan işler (alışveriş, çalan telefona yanıt vermek, doktor randevusu almak gibi) yeni ortamımızda altından kalkılamayacak zorlu mücadelelere dönüşebiliyor. İlk dönemlerde can sıkıntısı, sürekli uyuma isteği, iştahımızı kaybetmek ya da aksine sürekli atıştırmak, sigaraya başlamak/ arttırmak, eş ve çocuklarla tartışmak, eşlerinin peşi sıra gelen hanımlarda eşi suçlama eğilimi, huzurlu ve efektif çalışamamak gibi belirtiler arasında duygularımız karmakarışık bir hal alır. Süresi ve dozu kişiden kişiye değişkenlik gösterse de sosyolojik ve psikolojik araştırmalar bu dönemi dört fazda incelemekte:

 

Balayı dönemi: İlk varış döneminde kişide yeniliğin verdiği bir istek ve motivasyon görülür. Taşınmanın verdiği heyecan, turistik güzellikler, yeni keşifler, burada yaşayan kendi ülkemizden başka insanlarla tanışmak insanın çok hoşuna gider, sanki bir rüyada gibiyizdir.

 

Kriz dönemi: Hayatımız belli bir raya oturmaya başlayınca bu rüya dönemi de yavaş yavaş yerini ortama uyum sağlama sürecinde karşılaştığımız zorluklara bağlı olarak “gerçek hayat”a bırakır, bir anlamda ayaklarımız yere basar, basmak zorunda kalır! Lisanla ilgili endişeler, günlük hayatta karşılaştığımız ve anlam veremediğimiz, “niye her şey bana karşı” dediğimiz  olumsuzluklar, “kendini üstün bizi küçük gören tavırlar” yaşamımızı karartmaya başlar.

 

Kaçış dönemi: Bu sıkıntıların karşısında gerçeklerden uzaklaşma isteği doğar, dışarı çıkmak istemez, günlük yaşamdan kaçarız. Bir arkadaşımın yaptığı gibi bütün gün kitap okur, bir diğerininki gibi günde üç farklı sinemaya gider, dvd’lere boğulur, internette ülkesindeki arkadaş ve akrabalarıyla neredeyse 24 saat kontakt halindedir, kısacası kişi içinde bulunduğu ortamdan mümkün olduğunca kaçar.

 

Entegre olma dönemi: Dördüncü dönemde önceki yaşanan aşamalar hepsi sanki dengelenmeye başlar, çevreye daha olumu ve ılımlı bakışla adaptasyon devreye girer. Her günümüz aynı değildir pek tabii ki, bazen kendimizi süper iyi hissederken bazı günler kendi ülkemize geri dönmek için can atarız, bazen de kendi kabuğumuza çekilmek isteriz. Benim öyle günlerim çok olmuştur, sanki yataktan kalkmazsam kendimi koruyacakmışım gibi, yorganın altında kendimi sıkıntılardan uzak bir sığınakta hissetmişimdir.

 

Bu süreç; kişiliğiniz, lisan öğrenme hızınız, taşındığınız ülke ile kendi ülkeniz arasındaki benzerlik ve farklılıklar, yeni ortama alışma motivasyonunuz, deneyimleriniz ve çevrenizdekilerin desteği ile de çok yakından ilgili. İtalya’da ilk yaşamaya başladığımda lisan başta olmak üzere bazı konular bana zor geliyorsa da zaman içinde sosyal yaşamda, gündelik hayatta İtalyanların bize benzerliklerini fark ederek rahatlamaya başlamıştım. Sonraki durak Fransa’da ise Fransızların yetiştirilme, algılama ve kendilerini ifade etme tarzları bizden farklı olsa da “yaşam kodlarını” çözebilirseniz dünyalarımız birbirinden iki kutup kadar ayrı değil ama yine de kolay değil!

 

Zaman içinde mükemmelden uzak da olunsa artık yeni lisan karabasan olmaktan çıkar,  çevreye adapte olunur, hatta burada daha iyi olan da birçok şey var demeye başlanır. Bir şeyleri başardıkça kendimize olan güvenimiz artar. Kasabınızla, köşe başındaki fırıncınızla, eczacınızla, doktorunuzla daha samimi ilişkiler kurulur. Bu süreç tamamen rüya dönemi değildir ama yine de gelecek planları yapılmaya başlanır; iş/okul hayatındaysanız ritim hızlanır, çocuklar varsa onların kreş, okul dönemleri düzene girer, eğitim, sağlık konularında sosyal alt yapının oturmuşluğu sizi hayrete düşürür. Çocuğunuzun Fransızcayı ana lisanı kadar, hatta bazen daha iyi bile konuşması sizi sevindirir, ata binmeye gitmesi, golf oynaması ve bunlar için olağanüstü bir maddi/manevi çaba sarf etmemek daha bir derin düşündürtür sizi. Ev sohbetlerinde “Acaba bir yıl daha kalsak mı?”, “Kiradan kurtulup bir daire alsak, kredi faizleri de cazip”, “Şunun şurasında vatandaşlığa da ne kaldı ki, çifte vatandaşlık pek de güzel olur,” yorumları uçuşur.

 

Konuştuğumuz lisan ise pek bir komikleşir. İtalya’da evimize temizliğe gelen Emine Abla bir seferinde “Ben haftaya gelemeyeceğim, sciopero var,” demişti. Ne diyor bu kadın derken sciopero’nun grev olduğunu öğrenmiştim. İki arada bir derede, aylar içinde birçok İtalyanca kelime öğrenmiştim kendisinden. Şimdilerde üç dört lisandan sözcükleri aralarda serpiştirerek katlettiğimiz güzelim Türkçemizi bir biz anlar olduk! Belki de en üzücü olanı Türkiye’deki aile, akraba ve dostlarımızla aramıza giren ruhsal mesafe mi desem farklı bakış açıları, farklı yaşam hedefleri mi desem... Düşündükçe içinden çıkılamıyor, sizi ancak sizin gibi aynı yollardan geçenler anlıyor, bu da yurtdışında edinilen gerçek arkadaşlıkların değerini arttırıyor. Hep denir ya, “Dostlar içki sofrasında ve yolculukta” diye, ben bir de “gurbette” diyorum. Çıkara dayanan sözüm ona arkadaşlıklardan bahsetmiyorum tabii ki, iyi ve kötü günde içten paylaşımlardan bahsediyorum. Burada birbirimizin ablası, abisi, kardeşi, can dostu oluyoruz çünkü hepimiz benzer yollardan geçiyor, benzer olaylar yaşıyor, benzer tepkiler veriyor, benzer duygular hissediyoruz, kısacası ortak paydalarımız çok.

 

Kültür şoku derken nerelere geldim. Türkiye dışında onuncu yılımda duygularım aşağı yukarı böyle, ileride nereye varırım kim bilir? Ama bu yollardan geçenler, biliyorum, beni en iyi siz anlarsınız.