Tiyatro’yu yaşatan bir güç-birliği...

Çalışmalarını yıllardır büyük bir beğeni ile izlediğim, biri yapımcı/yazar, diğeri sahne sanatçısı iki tiyatro tutkunu ne iyi de etmiş, “perde”yi daha da yükseklere kaldırmak için bir araya gelmiş!

-
25 Mart 2009 Çarşamba

Baba Alexandre Dumas’a atfedilen “Il y a une femme dans toutes les affaires; aussitôt qu’on me fait un rapport, je dis: ‘Cherchez la femme’.”(Tüm olayların arkasında bir kadın vardır; bunlar bana bildirildiğinde, ‘kadını arayın’ derim.”) biçimindeki abartılı tümcesinden alınmış “Cherchez la femme” özdeyişini, günümüz Türk tiyatrosunda iki kişi için kullanamıyoruz – zira bu kadınlar, aranamayacak derecede ortadadır…

 

“Acı”dan kaçmayın…

Sözünü ettiğim yapımcı/yazar İpek Kadılar Altıner ile tiyatro sanatçıcı Dilek Türker’in son yıllarda bazı ilginç ve nitelikli işbirlikleri de olmuştur. Tiyatro Ayna’nın kurucusu ve genel sanat yönetmeni Türker, bu köşenin okurlarına hiç de yabancı değildir – büyük bir başarı ile üstlendiği, çoğu kez tek kişilik oyunlarını, başta Kuvayı Milliye Kadınları (1998), Nakşidil Sultan (2000), Latife (2001), Mutlu Ol, Nazım (2003), Zaman Adında Bir Kadın (2006) ve Sarah (2007) olmak üzere, o yıllarda sizlere zevkle tanıttım.

Bu yıl ise, Almanya’da çalışırken izlemiş olduğu, korku/gerilim ustası Stephen King’in çoksatar romanı “Misery”nin, Simon Moore’un sahne uyarlamasını sunuyor bize Dilek Türker, İpek Kadılar Altıner’in yapımıyla: Bir yandan  yalnızlık, sevgisizlik ve çocukluğunda yaşanmış kimi travmalardan oluşmuş şiddeti yerip, beri yandan medyanın yarattığı içi boş kahramanların, pembe dizilerin ve toplumun taptığı niteliksiz yazarların ortamını açığa vurarak...

İşte, bu tür “pembe romanlar” kahramanı olan Misery Chastaine’ın yaratıcısı Paul Sheldon, birazcık yukarıdan baktığı okurlarına yönelik bir ödül töreni konuşmasının ardından evine dönerken kaza yaptığı arabasında, bacaklarından ağır yaralı biçimde mahsur kalır... Onu bu durumdan kurtaran ve kendi evine taşıyıp orada ilk yardımını yapan eski hemşire Annie ise, meğerse en sadık okurlarındanmış... Ne var ki, az sonra anlaşılacağı gibi, geçmişinde ve özellikle mesleğinde bir takım garip olaylar yaşamış, ıssız bir evde tek başına oturmakta olan Annie, aslında Paul’un değil, yarattığı Misery’nin tutkunu – ve yazarın, bu kahramanından artık sıkılıp onu son romanında “öldürmüş” olmasının “intikamını” almaya hazırlanıyor..! Dizlerindeki ağır zedelenmeler nedeniyle yatağa bağlı ve dolayısıyla Annie’ye bağımlı – dahası, dayanılması güç ağrılarından kurtulmak için alması gereken ağrı kesicileri de, onu tutsak eden bu garip kadının elinde... İşte bu kudretinden yararlanmaya çalışan Annie, Paul’a artık ancak onun beğeneceği romanları yazdıracaktır..!

Birçok kaynakta “20. yüzyılın en iyileri” (?!?) arasında gösterilen King’in bu romanı, 1990 yılında Rob Rainer tarafınca filmleştirilmiş ve Annie rolündeki Kathy Bates o yılın “Oscar”, “Golden Globe” ve “Chicago Film Eleştirmenleri” En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini almıştı. Simon Moore’un uyarlaması ise birkaç yıl önce Selma Yeşilbağ tarafınca dilimize çevrilmiş ve Devlet Tiyatroları’nın “repertuar” dosyalarında tozlanırken, Dilek Türker tarafınca keşfedilerek sahnelere taşınmış. Bu girişim ile 2008/2009 tiyatro sezonu sadece ilginç bir oyun kazanmıyor – açık olmak gerekirse, geçtiğimiz sezon pek bir varlık göster(e)memiş Dilek Hanım’ın bugüne dek sergilediği en başarılı oyun performansını göstermesine araç oluyor... Son olarak, Melissa Gürpınar’ın kendisi için yazdığı Zaman Adında Bir Kadın oyununda çok beğendiğim, ancak orada daha çok “statik” bir oyun gücü sunmuş olan Türker, bu kez ağır vücut yapısına rağmen, tüy gibi bir “dinamizm” sergiliyor ve bu neredeyse baş döndürücü devinimini bol oktavlı o etkileyici sesi ve onun kadar anlamlı bakışlarıyla destekleyerek, kesinlikle fazla uzun (üç saate yakın!) oyundan gene de sıkılmadan ayrılmamızı sağlıyor. Rolü gereği daha geri planda olması gereken Kazım Akşar, özellikle evde tek başına kaldığı bölümlerde göz dolduruyor – ayrıca, her bakımdan Türker’in oyununu tamamlarken, kesinlikle gölgesinde kalmıyor ki, burada Mahmut Gökgöz’ün yönetiminin dengeyi ustalıklı biçimde sağlayabildiği öne çıkıyor, Nurettin Özşuca’nın gerilimi körükleyen özgün müziği eşliğinde... Üstad Osman Şengezer’in sahne tasarımı abartısız ve işlevsel olduğu kadar, sağ arkadaki pencerenin dışarısı görünmüyorsa, ona ne gerek var diye düşünüyoruz – yoksa buraya Kemal Yiğitcan’ın ışığı mı “yetişmiyor”?!

Özetle – dört dörtlük bir sahne performansını olduğunca iyi bir oyunda görmek isteyen tiyatroseverlerin, hafta arası (Salı/Çarşamba) da gidebilecekleri bir izlencedir “Misery / Acı” (Profilo AVM, Salon 2 – 0212 – 217 70 97).

... ve “Çalıkuşu”nu kaçırmayın..!

İpek Kadılar Altıner’in, Dilek Türker’i tam tamına altı kısa rolde oynattığı “Çalıkuşu” ise, sezonun diğer başarılı oyunlarından... İpek/Hakan Altıner çiftinin 2002 yılında kurduğu Tiyatro Kedi’nin de birçok oyununu bu sütunlara getirmiştim – ve hep savlamıştım ki, kimi izleyici için “fildişi kulesi” olarak görülebilecek iletisi önemli / anlaması güç oyunların yanında, tiyatroyu “popülerleştirmek” de gerekiyor, geniş halk kitleleri için. İşte, Altınel’ler bunu çok başarılı biçimde sürdürüyorlar – en iyi örnek halen ortada: Bir yıl önce ilkgösterimi yapılan ve bu hafta 100. oyununu geride bırakmış, 36 kentte turneye çıkmış, başroldeki Haldun Dormen’in yüz felcini dahi geçirtmiş Moliére’in “Kibarlık Budalası”!

R.N.Güntekin’in gerçekçi, halkçı ve de artık “kült” romanını sahnelere taşırken, bence çok önemli bir iş başarmış İpek Hanım. Medya kapitalizmi, Türk yazınının önemli romanlarının içini dışına çıkarırcasına yararlandığı bu dönemde, dürüst ve ustalıklı bir uyarlama sunuyor tiyatroseverlere – “düz” bir geriye dönüşten ziyade, “ince nakış” işi bir “puzzle” biçimini yeğleyerek, eşi Hakan Atıner’in ustalıklı yönetimiyle el ele... Ne var ki yukarıda sözünü ettiğim “popülerleştirmek” pahasına dramaturjik nitelikten de asla ödün vermiyor Altıner’ler – örneğin, daha perde açılır açılmaz karşınızda üç ayrı “Çalıkuşu” gördüğünüzde şaşırmayın, değerli “perde”severler: Uyarlama, çocuk / genç kız / olgun öğretmen Feride’yi her daim aynı anda sahneye çıkarıyor ve kâh biri, kâh diğeri konuşur/devinirken, diğer ikisi salt mimikleriyle destekliyorlar o andaki “ana” başkişiyi..! Feride’nin ilk (ve son) aşkı Kamran (Atılgan Gümüş) dışındaki diğer sekiz oyuncunun büyük bir bölümü iki, üç, beş, dahası: altı özyapı üstleniyor – ve böylece (yanlışım yoksa...) toplam 21 (yirmi bir!) rol saydım, oyunu izlerken..! İşte, özel bir kumpanyadan, ancak ödenekli bir tiyatronun başa çıkabileceği bir yapıtın nasıl sahnelenebileceğine dair, “uygulamalı” bir ders!

Oyunculara gelince, Ebru Cündübeyoğlu kusursuz fiziği ve dengeli performansı ile göz doldururken, diğer iki “Feride” Elif Çakman ve Dilek Aba ondan geri kalmıyorlar – benim favorim ise, aynı anda büyük başarı ile küçük Munise’yi canlandıran Dilek Aba’ydı... Moliére’in nefis bir “Durante”sini canlandırmış olan Tarık Papuççuoğlu, bu kez kanlı-canlı Dr. Hayrullah ile sadece Feride’nin değil, izleyicilerin de gönüllerini fethederken, üç küçük rolde karşımıza çıkan, yılların karakter oyuncusu Mehmet Ulay, oyunun diğer parlak performanslarını sunuyor. “Çalıkuşu”nu izlediğimiz akşam, ne yazık ki Dilek Türker “Latife” olarak Manisa’daydı – ve onun altı rolünü, aslında salt “Siyahlı Kadın” olan Deniz Türkali de üstlenmişti ki, kendisini bu özverili başarımı için ayrıca kutlamak gerekir – ancak Dilek Hanım’ın bu “her kılığa giriş”ini öve öve bitiremeyenler de çok...

Öğrendiğim kadarıyla, İpek Hanım “Çalıkuşu”nu önce bir müzikal olarak tasarlamış, ancak eserin başlı başına uzun olması nedeniyle (bu arada, R.N.Güntekin tarafınca önce dört perdelik bir oyun olarak yazıldığını ve hemen ardından romanlaştırıldığını biliyor muydunuz?!) bu fikrinden vazgeçmiş. Oyunda kullanılan fon müzikleri ağırlıklı olarak Yansımalar grubunun, finaller Esin Engin’in; sahne tasarımı ise son derece yalın tutulmuş – bunun bir nedeni, Tiyatro Kedi’nin bu sezonda sürekli bir salonunun olmamasından, oyunlarını İstanbul’un yedi (!) ayrı sahneye taşımasında olabilir...

... ancak İstanbullular için ne mutlu ki, “gezginci Kedi” aracılığı ile çiçeği burnunda veya tüm yaşamını bu sanata adamış, yirmilerinden seksenlerine kadar nice tiyatro emekçisi bu dev metropolün en batısından en doğusuna yayılarak yılmadan/yorulmadan “perde” diyor ve kanlı-canlı biçimde karşımıza çıkıyor, geceden geceye..!

(www.tiyatrokedi.com, 0212 257 79 36).