Freud ve köktenci dürtü

Mark Edmundson’un Encore Yayınları’ndan çıkan Freud’un Son Yılları adlı kitabı Freud’un son yıllarının genç Hitler’in Avrupa’da önlenemez yükselişine paralel gelişen biyografik hikâyesini anlatıyor. Yazarın kitap ile ilgili olarak kaleme aldığı, The New York Times Magazine’de yayınlanan yazıyı aşağıda bulacaksınız

11 Mart 2009 Çarşamba

Der: Teri ERBEŞ

Sigmund Freud deyince çoğumuzun aklına fikirleri üzerinde çok tartışılan, birey psikolojisinin provokatif bir neferi gelir. Kendisi bilinç dışını, Oedipus kompleksini kuramlaştırmış adamdır. Ancak onun hakkında daha az bilinen – ve belki de bugünlerde daha bir önem taşıyan – konu ise kariyerinin belki de en verimli diyebileceğimiz son dönemini kültür ve politika üzerine kafa yorarak geçirmiş olduğudur. Geç dönem yapıtlarında genel olarak politik yaşamın içsel dinamikleri ve özellikle tiranlık konusu hakkında çarpıcı fikirler ileri sürmüştür.

Freud’un yaşadığı şehir Viyana’ya 14 Mart 1938’de peşinde binlerce asker ile gelen Adolf Hitler, Freud için şaşırtıcı bir figür değildi. Hitler’in liderliğinde gelişen ve 21. yüzyıla uzanan çeşitli otoriter köktencilik biçimleri de Freud’u pek hayrete düşürmemiştir. “Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi” ve “Totem ve Tabu” gibi kitaplarında Hitler ve ardıllarını gayet isabetli bir netlikle öngörmüştü. Bugün, her çeşit köktenciliğin tehdidi altında olduğumuz bir çağda Freud’un fikirleri şimdiye dek hiç olmadığı kadar aydınlatıcı olabilir.

Hitler ve Freud’un karşılaşmış olmaları büyük ihtimaldir. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden az önce Hitler hayatının en bedbaht yıllarını Viyana’da geçirdi. Bu büyük şehre önemli bir sanatçı olma hayaliyle gelmiş, ancak sanat okulu müracaatını iki keresinde de reddetmişti. Parası tükenmiş, kapı eşiklerinde gecelemek, hatta zaman zaman dilenmek zorunda kaldığı dahi olmuştu. 1909’da Freud’un oldukça başarılı geçen Amerika seyahatinden dönüşünde eğer Hitler ve Freud Viyana’da sokakta karşılaşmış olsalar, Freud muhtemelen karşısındakinin bir sokak faresi, ayak takımından biri olduğunu düşünürdü. (Freud popülist düşünen biri değildi.) Hitler ise karşısındakinin Viyanalı bir kent soylu olduğunu düşünürdü (üst orta sınıfı aşağılardı) ve muhtemelen Freud’un Yahudi olduğunu anlardı. 1938 Mart’ında sokak faresi Viyana sokaklarından bu kez tam takım üniforması içinde, üstü açık bir Mercedes’le geçmekteydi. Hitler o sıralar orta yaşlarda, oldukça dinç; Sigmund Freud ise 81 yaşında ve hastaydı; yakalandığı çene kanserine bir buçuk sene kadar sonra Londra’da yenilecekti.

Freud 1938 baharında her ne kadar hasta olsa da aspirin haricinde, daha güçlü ilaçları almayı reddediyordu. Düşünebilmek ve yazmak arzusundaydı; kafasını bulandırmak istemiyordu. Uyuşturucudan sakınmanın ve zihnini açık tutmanın Freud için önemi büyüktü; bu, aynı zamanda dinden, romantik aşktan ve Viyana sokaklarında şimdi Mercedes’iyle dolaşan, bir zamanların sokak faresinin temsil ettiği türden politikalardan uzak durmak manasına geliyordu. İnsanlar neden Hitler’in ve kendilerine sunulan diğer kolektif uyuşturucu etkisi yaratan araçların peşine kendi yıkımlarına yol açacak dahi olsa bu denli canıgönülden takılırlar? Freud cevabı bildiğini düşünüyordu.

Freud’un çalışmalarının temelinde şu fikir yatar: İnsanlar bütünsel yaratıklar değillerdir. Psişelerimiz bütün değildir, parçalardan oluşur ve bu parçalar genellikle birbirleriyle çatışma halindedir. “İd” ya da “o” tamamen arzulardan oluşur; habire ister, ister ve cevap olarak “hayır”ı kabul etmez. Otoritenin içsel etkeni olan üst benlik ya da süperego genellikle ide ve onun çok sayıda isteklerine hoşnutsuzlukla bakar. Hatta süperego, benliği sırf yasak şeyler arzuladı diye, bu arzular gerçekleşmese dahi sık sık cezalandırır. Ben ya da ego ise, id ile üst benlik arasında aracılık yapmaya çalışır ve iki etken de genellikle egonun farkındalık çemberinin dışında faaliyet gösterdikleri için epey zorlanır. Üst benlik ve id bilinçdışında faaliyet gösterirler.

Freud, mutlak bir liderin kitlelerle kurduğu ilişkiyi erotik olarak tanımlamaktan çekinmez. (Bu konuda Hitler de aynı fikirdedir; nutuklarında Alman kalabalıklarıyla seviştiğini iddia ederdi.) Kitleleri oluşturan bireyler tiran tarafından “hipnotize” edilirlerse ne olur? Tiran, üstbenliğin yerini alır ve orada kalır. Tiranın bireylere sunduğu şey yeni bir psikolojik icazettir. Bireyin süperegosu bilinçdışı olduğundan genelde kolay erişilmez ve tutarsızdır, oysa kolektif süperego, yani lider, net ve mutlak değerlere sahiptir. Lider, tek bir davranış kodu – temel bir varolma biçimi – sunarak farklı davranış kodları ve farklı değerlerden dolayı kaygı dolu psişelere sahip bireyler arasındaki farkı siler. Artık hepimiz anavatanı severiz, halka inanırız, Yahudileri suçlarız ve hepimizi bekleyen muhteşem bir gelecek vardır. Lider aynı zamanda müsamahakârdır. Süperego şiddet, hırsızlık ve yıkımı men eder, oysa yeni süperego yani lider kendi uygun gördüğü koşullarda bu davranışlara izin verir. Kitlelerin davranışı konusunda bir teorisyen olarak Freud’un asıl üzerinde durduğu konu liderin merkezde oluşu ve kitlelerle ilişkisinin dinamikleridir. Freud kitlelerin kendi hallerine bırakıldıklarında tehlikeli olacaklarını savunur, ancak süperego yerine zaman zaman kısıtlayıcı, zaman zaman ise müsamahakâr olabilen belirli bir lider figürü geçtiği takdirde kitleler uzun vadede acımasız bir tehdit oluşturabilirler.

Naziler Viyana’ya vardıklarında, o güne dek toleranslı ve açık fikirli olan Viyanalılar birden Yahudi komşularına düşman kesildiler. Yahudilerin evlerine girdiler, dükkânlarını yağmaladılar. Yahudilere kaldırımlara boyanmış liberal politik sloganları fırçalarla, sonra da ellerini kullandırarak sildirdiler. Üstelik bütün bunları kendi haklılıklarına içtenlikle inanarak yaptılar – bir zamanların askeri kuryesi ve onbaşısı Adolf Hitler’in önderliğinde edindikleri yeni kültürel süperegoya uygun davranıyorlardı.

Freud, beklenenin aksine örtülü bir ahlak anlayışı sergiler. Aşk ve sanat gibi hafif uyuşturucuların etkilerini açıklayan (ve onaylayan) kişi olsa da, psişeyi – ya da kitleleri, toplumu – hiçbir unsuru dışlamadan ve daimi olarak bütünsel kılmayı vaad eden her türlü doktrin ve aktiviteye karşı oldukça şüphecidir. Freud yaşadığımız içsel çatışmaların genelde gerekli çatışmalar olduklarını iddia eder; bu iddia bu içsel çatışmaları deneyimlemenin keyfinden değil – keyifli değildirler üstelik – karşıtı durumların çok daha beter olmasından kaynaklanır. Freud en sağlıklı bireylerin büyük ihtimalle politikadan tamamen uzak duranlar olduğunu söyler. Ancak Freud’a başka bir açıdan bakarsak, bilinçli bir orta yolu tercih ederek önemli ölçüde özgür davranmak ve hatta bir ölçüde mutlu olmak mümkündür diyen birini görebiliriz. Hem politik hem de kişisel manada bir miktar içsel çatışmayla yaşamayı göze alırsak, hiçbir zaman tiranlığa boyun eğmek ya da tamamen bilinçdışına teslim olmanın getireceği anarşiye tutsak olmak zorunda kalmayız.

Freud’un yazdıklarından sağlıklı bir beden politikasının belirli ölçüde süregiden bir çatışmaya izin veren bir politika olduğunu çıkarsayabiliriz. Sağlıklı bir toplum kişinin kendini ait olmaktan dolayı her daim iyi hissetmeyeceği bir toplumdur. Tartışma, çatışma, farklılıklar olacaktır. Ancak her ne kadar rahatsız edici olsa da toplumun iyiliği işte bu farklılıklarda yatar. Özgür denebilecek bir toplum totaliter amaçları olan teröristler tarafından tehdit edildiğinde tabii ki bir araya gelip olabilecek her şekilde savaşmak güdüsü uyanır. Ancak bu tavrın tehlikesi, karşı koymak için savaşırken tam da hasımlarımız gibi tek blok olarak hareket eden, acımasız ve kelimenin en kötü anlamıyla birleşmiş bir bütün durumuna düşmemizdir. Kendi ulu liderimizi ararız; onun zaaflarını görmezden geliriz; sorgulamayı ve tartışmayı bir kenara bırakırız. İşte bu olduğunda köktenci bir savaş başlamış demektir ve bu savaştan galip çıkan taraf olmayacaktır.